19.yy romansının en başarılı örneklerinden “Madam Bovary” hem ele aldığı konu hem de Flaubert’in üslubu ile çarpıcı bir metindir. Anlatılan Emma Bovary’nin trajik hayat hikâyesi ve karşılıksız aşkları gibi görünse de Flaubert, Emma karakteri ile 19. yy Fransız kadınının kıstırılmış hayatını, evlilik müessesinin insan doğasına aykırılığını, toplumsal değer yargıları ve ahlak ölçülerinin ikiyüzlülüğünü ele alır. Roman Madam Bovary karakteriyle bir küçük burjuva kadının çöküşünü, manevi acılarını ve bu kadının arkasında yatan bayağı, önemsiz ve küçük dünyayı anlatır.
İlk modern realist anlatı kabul edilmesinin dışında, romanın önemi sadece taşra hayatından bunalan, isteklerine gem vuran ve kentsoylu insanları yeren bir kitap olması değildir. Roman okur üzerinde öyle etkili olmuş ki, bu romandan sonra “Bovarizm” akımı doğmuş, psikolojide tatminsizlik ve memnuniyetsizlik adı verilen bir hastalığın ismi olmuş hatta “Bovarizm” edebiyatta da kullanılan bir kavram olmuş.
Kimdir Emma Bovary?
Emma Bovary okuduğu romanların etkisiyle aristokrasiye ve büyük burjuvaziye hayranlık duyan aristokrasinin bir parçası olmayı hayal eden ve buna ulaşmak için çabalayan bu sınıfa dâhil olmasa da en azından aristokrat sınıfına yakın bir sınıf içinde bulunmayı arzulayan bir kasaba doktorunun karısıdır. Burjuva sınıfının nasıl yaşadığını bilmek, hayatlarına girmek, o hayata karışmak ister. Kişiliğinin en önemli özellikleri aşırı hayalciliği, duygularını önüne geçememesi, kendisi için yaşamasıdır. Zamanının çoğunu kendi düşüncelerinin içinde kaybolarak geçirir. Düşlerinde günlük hayatı imgelerle süsler. Sıradanlığı olağanüstüye, sadeliği dolambaçlıya tercih eder. Gerçeği yalancı bir güneşle parlatmakla teselli bulur. Sahip olamayacaklarını düşlemekten bir türlü vazgeçemez. Evlilikten maddi anlamda çok şey bekler. Köyde bir çiftlikte değil, şehirde yaşamayı düşler. İçten yapılmış bir pazarlık değildir onunkisi ama bir üst sınıfa dâhil olabilmesindeki tek yolun o sınıftan bir erkekle birlikte olmakta olduğu düşüncesine kapılır. Emma Bovary’nin başka bir hayata duyduğu ihtiras, çok büyük düş kırıklıklarına sebep olur.
Romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki olarak ortaya çıkan roman gerçekçilik akımının ilk ve önemli örneklerindendir. Flaubert burjuva yaşamını, insanı tüketen çabalarını ve umutlarını silip götüren bir bataklık gibi görür. Flaubert, “Madam Bovary”de, romantizm hareketinin prensip ve duygularına kapılan ve onları ciddiye alan boş kafalı bir kadının nasıl felakete sürüklendiğini göstermeyi amaçlamıştır. Toplumdaki yozlaşma, Emma Bovary karakterleri üzerinden okuyucuya iletilir. Flaubert’in bütün metne yayılan hicvi, en çok Emma’nın okuduğu eserler aracılığıyla romantizme yöneliktir. Flaubert Emma’nın geçmişine dönüp bakarken sığ bulduğu okuma zevkiyle dalgasını geçer, kadının pek sevdiği romantik kişileri sıralar:
”…hepsi de aşklar, sevgililer, ıssız köşklerde çile dolduran hanımlar, her konakta öldürülen seyisler, her sayfada anlatılan atlar, karanlık ormanlar, coşkun yürekler, yeminler, hıçkırıklar, gözyaşları, öpüşler, ay ışığında sandallar, koruluklarda bülbüller aslanlar kadar yiğit, kuzu kadar yumuşak başlı, görülmedik derecede erdemli, hep güzel giyinmiş, mezar başlarında gözyaşı döken beyefendiler üzerineydi.”
Yalnız okuduklarından değil yolda bulduğu zarif bir tütün tabakasından, saçları özenli taranmış diye bir adamdan da kolayca etkilenir Madam Bovary.
Emma’nın okuduğu kitaplardan etkilenmesi
Emma’nın trajedisi okuduklarından etkilenerek okudukları üzerine bir dünya düşlemesi olur. Bu amaç uğruna kendini düşlerini gerçekleştirmekten çekinmez. Kadın gazetelerinden “Corbeille” gazetesi ile kibar çevrelerin hayatından söz eden “Sylphe des Salons” dergisine abone olur. Piyeslerin ilk temsili, koşular, müsamereler, balolar hakkında yazılanları, bir kelime atlamadan okur; sahneye yeni çıkan bir kadın artistle, yeni açılan mağazalarla ilgilenir. Son modayı, iyi terzilerin adresini, Opera’ya, Bois de Boulougne’a ne gün gidileceğini bilir. Romanlardan salonların nasıl döşendiğini öğrenmiştir, Balzac’ın, George Sand’in eserlerini okuyup arzularını, heveslerini hiç olmazsa hayalen tatmine çalışır. Kitabını sofrada bile elinden düşürmez, kocası konuşarak yemek yerken, Emma bir romanın sayfalarını çevirir. Her okuduğunda kocası ile davetli olduğu Vaubyessard kontunun şatosunda dans ettiği Vikon‘u hatırlatan bir şey bulur, romanlardaki şahısları bir yönden ona benzetir. Merkezini Vikont’un oluşturduğu daire gitgide genişler ve taşıdığı hale, onun çehresinden ayrılıp daha uzaklara yayılır, Emma’nın birçok başka düşlerine yol açar.(s.59) Okuduğu aşk romanlarının etkisiyle yaşadığı hayatın sıkıcılığından hayal bir dünya kurarak kocası Charles’den uzaklaşır. Kitabi tutkulara yön vererek önce Leon’a âşık olsa da istediğini elde edemez. Sonra Rodolphe’a âşık olur, onunla ilişkiye girer, tüm parasını bu aşk yolunda feda eder. Borç ve çaresizlik içinde, kurtuluşu intiharda bulur.
Romanda mekân kullanımı
“Madam Bovary” mekân açısından sınırlı görünse de bu mekânlarda karşılaşılan yer değiştirmeler romanın gerçek mekânına bağlı olarak yerleştirilen hayali mekânların da eklenmesiyle etkinleşir hatta kahramanın ruh halini anlatan olayın gidişatı veya sonucu hakkında ipuçları sunan bir yapıya dönüşür. Romanda Yonville kasabası ile Rouen şehri arasındaki gidiş gelişler, Emma’nın aşk ve ölüm arasındaki gelgitlerini ifade eden sembolik bir unsura dönüşür. Faytonda yaptığı bu yolculuklarda sadece adını duyduğu yerlere yaptığı hayali yolculuklar ve yaşamlar onun gerçekleşmeyecek yolculukları yani gerçekleşmeyecek mutluluğu olarak anlam kazanır. Flaubert, gerçek ile hayal mekân arasındaki bu yolculuklarda ve mekânlarda aslında kahramanın ruh haliniçözümler.Yine bu yer değiştirmeler hareketsiz bir yaşamı anlatan romanda gereksiz gibi görünürken hikâyenin akışının ilerlemesini sağlayan ritmik bir unsur olarak işlev kazanır.
Flaubert sevişme sahnesini canlandırmak için mekândan yararlanarak yaratıcı yazarlığını okura şöyle sergiler:
“Arabacı :“Mösyo nereye gidecek?”diye sordu. Leon , Emma’yı arabaya sokarak: “Nereye isterseniz,” dedi. Hantal araba yola düzüldü. Grand-Pont sokağından indi, Les Arts meydanını, Napoleon rıhtımını, yeni köprüyü geçti ve Pierre Corneille’in heykeli önünde zınk diye durdu. İçeriden gelen bir ses: “Devam ediniz!” dedi. Araba yeniden harekete geçti, La Fayette kavşağından itibaren, kendini inişe bırakarak, dörtnala şimendifer istasyonuna girdi. Aynı ses: “Hayır, hayır” diye bağırdı; “dosdoğru gidin!” Araba, parmaklıklardan dışarı çıktı ve ağaçlıklı yola gelince, ulu karaağaçlar arasından, hafif tırısla devam etti. Arabacı alnını sildi, meşin şapkasını dizleri arasına koydu, arabasını yan yolların ötesine, nehir kenarına, çimenlerin yakınına sürdü. Araba nehir boyunca, kuru taşlar döşeli yedekçi yolundan ilerledi, Oyssel tarafından, adaların ötesine kadar uzun uzun yol aldı. Fakat birdenbire, bir şıçrayışta, Quatremares, Sotteville, Grande-Chausse ve Elbeuf sokağından geçti ve nebatat bahçesi önünde, üçüncü defa olarak durdu. Aynı ses, daha öfkeli: “Yürüsenize! Diye haykırdı. Araba derhal harekete gelerek, Sani-Sever, Curandiers rıhtımı ve Meules rıhtımından geçti; köprüyü bir kez daha aştı, Xhamp-de-Mars meydanını ve siyah ceketli ihtiyarların, sarmaşıklarla yemyeşil bir taraça üzerinde, güneşte bir aşağı bir yukarı gezindikleri hastane bahçelerini arkada bıraktı. Bouyvereuil bulvarından çıktı, Cauchoise bulvarını, sonra Deville yamaçlarına kadar bütün Mont-Riboudet’yhi dolaştı.
Tekrar döndü ve artık niyetsiz ve istikametsiz, rasgele, gezintiye devam etti. Saint-Pol’e, Lescure’e, Gargan tepesine, Eouge-Mare’a, Falaillarbois meydanına, Maladerie sokağına, Dinanderie sokağına, Saint-Romain, Saint-Vivien, Saint-Maclou(…) uğradı. Arabacı, hep yerinde, vakit vakit meyhanelere ümitsizce bakıyordu. Müşterilerini hangi hareket çılgınlığının böyle durmamacasına yollara düşürdüğünü bir türlü anlayamıyordu. Bacen mahsus duraklar gibi oluyor, fakat derhal arkadan öfkeli haykırmaların yükseldiğini işitiyordu. O zaman, sarsıntılar aldırmaksızın, şuraya buraya çarparak, kayıtsız, keyfi kaçmış, susuzluktan, yorgunluktan ve kederden adeta ağlamaklı olmuş bir halde, ter içinde kalmış iki sıska beygirine şöyle temiz birer kırbaç savuruyordu.” (s.268-69)
Paris ve Emma
Erişilmez düşler peşinde koşan Emma için Paris yaşamayı arzuladığı kenttir. Edebiyat adamlarından, artistlerden oluşan renkli ve kalabalık insan kadrosuyla Paris şehri, ışıklı bir hayat tarzıdır. Paris’e ait bu hayat tarzını arzulayarak bu hayatı taklit etmeye çalışır. Mekândan mekâna geçişlerinde sürekli yer değiştirme dileğinde bulunuşu arzuladığı mekâna ve o hayat tarzına bir türlü ulaşamamasıdır.
İlk Gerçekçi Roman
Flaubert de gençliğinde aşk romanı okuma çılgınlığına kapılmıştır. Flaubert ise Emma’ nın okumaya bayıldığı şeyi reddeder. Roman zenginlik ve yoksulluk farklarını, paranın gücünü, eşyanın kamçıladığı arzuları, Paris’le taşranın karşıtlığını, kısacası yozlaşan burjuva düzeninin insan doğasına yaptığı yıkıcı etkileri göz önüne serer. Emma üzerinden burjuva sınıfının ahlaki yapısını ve değer yargılarının ikiyüzlülüğünü eleştirerek realist romana bir örnek teşkil eder. Küçük burjuva sınıfa dâhil olma, zengin ve ünlü olma, rahat bir hayat sürme düşlerine kapılan ve bunları sağlamak için kolay yolu tercih eden Madam Bovary romanına gerçek bir olay kaynaklık etmiştir. Bir gazete haberine göre, Rouen yakınlarındaki bir köyde, bir Taşra doktoruyla evli olan Delphine Delamare adında bir kadın, tekdüze yaşamından sıkılarak başka erkelerle ilişki kurmuş, altından kalkamayacağı borçlar yapmış, sonunda, kendisini zehirleyerek yaşamına son vermiştir. Dostlarının tavsiyesi üzerine gerilimli bir konuyu işlemeye karar veren Flaubert, beş yıla yakın bir süre çalışarak, bu sıradan olayı bir yazın eserine dönüştürür; böylece Madam Bovary romanı ortaya çıkar.
Madame Bovary romanı ilk gerçekçi roman olarak kabul görmekte, gerçekçilik ve romantizm bu denli iki zıt kavram iç içe adeta birbirini hiçleme çabasında bir tamlayan durumundadır. Kasaba ve köy yaşantısı reddedilen gerçekliği, Emma’nın düş yaşamı da romantizmi çağrıştırır.*
Anna Karanina ve Bovary
Nabokov, Madam Bovary ile Anna Karanina’yı şöyle karşılaştırır:
“Karenina’nın doğrucu ve tutkulu doğası, kılık değiştirmeleri, gizli kapaklı işleri reddeder. O yıkık dökük duvar diplerinden sürünerek birbirinden farksız âşıkların yataklarına yollanan arzu dolu bir kenarın dilberi, düşleriyle yaşayan bir taşralı Emma Bovary değildir. Anna, Vronski’ye bütün yaşamını verir, sevgili küçük oğlundan ayrılmaya- çocuğu görememekten duyacağı korkunç acıya karşın- evet der ve önce ülke dışında, İtalya’da, sonra da onun Orta Rusya’daki kır evinde Vronski ile birlikte yaşar. Bu “açık” gönül serüveni ahlaktan nasibini almamış dost çevresinin gözünde ahlaksız olarak damgalanmasına yol açsa da yapar bunu. (…kendi çocuğundan ayrılırken Emma’nın içi bile sızlamaz, o küçük hanım için çetrefil ahlaki sorunlar filan söz konusu değildir)”
Emma Bovary, Anna Karenina’dan farklı olarak kendini düşlerinin peşinden sürükleyen bir kadındır. Düşlerinin prensi ile Emma iki kez karşılaşır. Bunlardan birincisi Vaubyessard kontunun davetiyle kocasıyla gittiği şatoda dans ettiği Vikont, ikincisi ise; Rouen şehrinde Charles’la birlikte gittiği operada rolünü bütün şiirselliğiyle oynayan genç sanatkârdır.
Şatoda gördüğü insanların yüzlerinde zenginliğin rengini bulur. Porselenlerin uçukluğunu, satenlerin harelerini, güzel eşyanın cilası ile bir kat daha göze çarpan ve çok lezzetli yemeklerden bile ölçülü yemek sayesinde sağlığın korunduğunu gösteren o beyaz rengi bulur. Bu yüzlerde “günü gününe tatmin edilmiş ihtirasların sükûnu” yansır.
Operanın bitimine yakın Emma’nın düşlerinin prensi ile bütünleşme arzusu dayanılmaz bir hal alır.
“…O muhteşem hayatı hayalinde canlandırmaya çalıştı. Tanışırlardı, sevişirlerdi! Onunla birlikte bütün Avrupa ülkelerinde, bütün yorgunluklarını ve gururunu paylaşarak, ona atılan çiçekleri toplayarak, kostümlerine kendi eliyle nakışlar yaparak, başkentten başkente dolaşırdı.(…) Emma’ya bir çılgınlık geldi. Tenor kendisine bakıyordu muhakkak! İnsan kılığına girmiş aşkmış gibi, kuvvetine sığınmak için koşup kollarına atılmak ve ona: “Kaçır beni, götür beni, gidelim! İçimdeki bütün ateşler, bütün rüyalar senindir!” demek, haykırmak geldi içinden.” ( s. 247)
İzlediği müzikaldeki bu oyuncudan etkilenir; o etkinin altındayken eski aşığı Leon’a rastlaması onu yine maceranın içine atar. Aşığına pahalı hediyeler almak için tefeciye borçlanır, kocasını kandırmak için türlü numaralar çevirir. Okuyan, bilen, arzulayan, duyumsayan ancak bunları yaşayamayan, burjuvazinin yükseliş döneminin yeni bir kadın tipidir Emma. Sıradan bir yerden gelen, sıradan bir yerde yaşayan, sıradan biriyle evli, sıradan biridir. Onu trajik bir kahraman yapan, içerisinde bulunduğu koşullar değil, içinde bulunmak istediği koşullardır. Daha güzel bir hayatın olasılığı onun trajedisi olur. Ancak Murathan Mungan’nın tespit ettiği gibi: “Herkes bir başkası olmak ister. Bu yüzden kimse kendisi kalamaz. Bütün romanlar, hikâyeler, piyesler bunun içindir; insana bir başkası olma imkânını tanımak için.”
Emma’nın Aşkı
Emma “durduğu yeri” değil “olmak istediği” yeri önemserken, ilk platonik aşkı, Vicont’un hayatı ona göre, “ötekilerden üstün, yerle gök arasında, fırtınalar içinde geçen ulvi” bir şeydir. Zira daha on beşinde, “ellerine kiralık romanların yağlı tozu” sürülen Madam Bovary’nin gezegeninde hava da, su da aşktır. Onsuz nefes alamaz. Emma için aşk yaşamın anlamıdır.
Emma uygun koşullar gerçekleştirdiği takdirde aşkı evinin dışında bir yabancının kollarında bulmaya hazırdır. Fahişe kadınlara özgü baştan çıkarıcılığı yoktur Emma’nın, o daha ziyade (kocası Charles’in budalaca katkılarıyla da) baştan çıkarılan bir kadındır.
Aşkın varlığının hayatını güzelleştireceğine inanır. Böylece Emma aşkı evinin dışınca başka yerlerde bularak vamp, fettan ve yalancı bir entrika kadınına dönüşmekte ve bu dönüşümden rahatsız olmakta aksine değişik bir haz alır: Aklına, okuduğu kitapların kahramanı olan kadınlar gelir. Kocalarını aldatmış bu kadınların lirik alayı, hafızasında, kendisini büyüleyen sırdaş sesiyle şarkı söylemeye başlar. Bizzat kendisi de hayalinde canlanan bu âlemin gerçek bir parçası olur, kendini, o kadar imrenmiş olduğu bu tip sevdalı kadınlardan biri yerine koyarak, gençliğin o uzun hülyasını gerçeğe çevirir. Bir yandan da intikam almanın zevkini duyar. Çektiği ıstırap kâfi değil midir? Kendisinin bu durumuna acır. Ama şimdi zafer onundur; o kadar zaman, içinde tuttuğu aşk tutkusu, sevinçle fıkır fıkır, bütün bütüne gönlünden fışkırır. Vicdan azabı, endişe duymaksızın yakaladığı aşkın tadını çıkarır.
Charles Bovary
Charles, yoksulluklar içinde yetişmiş, zorluklarla tıp tahsilini tamamlamış, kendini fazla geliştirememiş bir kasaba doktorudur. İşini annesi sayesinde elde etmiştir. Pasif, silik, karısının isteklerini karşılamaktan uzak biridir. İyi niyetle başladığı evliliğinde eşini memnun etmek için elinden geleni yapar. Ancak, fazla donanımlı, bilgili, tecrübeli ve de zengin olmadığı için karısının beklentilerinin uzağında kalır.
Emma’nın gözünde Charles’in konuşması bir sokak kaldırımı gibi dümdüzdür; ne bir heyecan veya bir gülüşe neden olur, ne de bir hülya uyandırır. Charles, Emma’ya söylediğine göre, Rouen’da iken merak edip tiyatroya, Parisli aktörleri görmeye gitmemişti. Yüzmek, kılıç kullanmak, nişan almak gibi şeyleri bilmez; Emma bir gün romanda gördüğü binicilik terimini sormuş, onun da ne olduğunu söyleyememiştir.
Emma’ya göre bir erkeğin her şeyi bilmesi, birçok alanda elinden iş gelmesi, kadına ihtirasın kudretlerini, zarafet içinde yaşamayı, bütün sırların inceliklerini öğretmesi gerekirdi. Charles’ın ise bir şey öğrettiği, bir şey bildiği, hayatta bir şey istediği yoktur. Karısını mutsuzluğunu sezmez, Emma’nın iç dünyasına eğilmez. Emma’ya öyle gelir ki, kocası bir kerecik olsun onun aklından geçenleri bir bilebilse, o zaman, onun da gönlü ona karşı coşuverecektir. Bovary adını, kendinin de taşıdığı o adın meşhur olmasını, kitapçı dükkânlarına yayılıp gazetelerde tekrar edilmesini, bütün Fransa’da tanınmasını isterdi. Ama Charles’ın öyle yukarılarda gözü yoktu ki! O her şeyden mutlu olurdu, dünyada hiçbir şeyi tasa etmezdi. (s.33) Charles’a gitgide sinirlenir. Kocası yaşlandıkça onun tavırlarını basit bulur. Yemek yendikten sonra boş şişelerin tıpalarını keser, diliyle dişlerini temizler, çorba içerken her yudumda gurk gurk diye sesler çıkarır. Emma kocasını tanıdıkça, aralarındaki teklifsizlik artıkça ve aralarındaki yaş farklılığı da bariz bir şekilde belirince, içinde, kendisini kocasından uzaklaştıran bir soğukluk hisseder.
Anlatımda kullanılan “Pencere” İmgesi
Flaubert “pencere” imgesini Emma ile bağdaştırır. Roman boyunca Emma pencereleri açar. Güneş içeri girer, gün girer, ses girer, hayat girer. Emma her pencereyi açışında, pencerenin ardındaki dış dünyayı duyumsar. Emma kocasının gitmesini seyretmek için pencereye geçer, Charles da eli ile bir allahaısmarladık işareti yaptıktan sonra pencereyi kapar.(s.34) Zaman zaman pencereden Charles’a ve sevgilisi Leon’a el sallar. Ara sıra evinden pencereden sokağa göz atar. Bu “pencere”imgesiyle Flaubert Emma’nın dış dünyaya açılma arzusunu anlatır.
“…pencereyi açıyor, soğuk havayı içine çekiyor, gür saçlarını rüzgâra dağıtıyor ve yıldızlara bakarak kendine prens aşkları temenni ediyordu. Onu, Leon’u düşünüyordu. Kendisini doyuran o randevulardan bir tanesini yaşamak için o anda her şeyi verebilirdi.” ( s.317)
“Bazen öğleden sonra, oturma odasının penceresi önünde, siyah favorili, yüzü güneşten kararmış, beyaz dişlerini göstererek tatlı tatlı gülümseyen bir erkek başı belirirdi. Hemen bir vals başlar ve çalgının üzerine kurulmuş ufacık bir salonda, boyları parmak kadar oyuncular, pembe hotozlu hanımlar, uzun ceket giymiş Tyrol delikanlıları, siyah setreli maymunlar, kısa pantolonlu beyler, koltuklar, kanepeler, konsollar arasında döner, dönerken, köşelerinden birine yaldızlı kâğıtla birleştirilmiş ayna parçaları onları birkaç misli çoğaltırdı. Adamcağız sağına, soluna, pencerelere bakarak manivelayı çevirir dururdu.(…) Bunlar, başka yerlerde, örneğin tiyatrolarda çalınan besteler, salonlarda söylenen şarkılar, pırıl pırıl avizeler altında dans edilen havalardı ve dünyanın Emma’ya kadar gelen yankılarıydı.” (s.67)
Çocukluk anılarına dönmek Emma için bir kaçış yoludur. Emma, zenginlik düşleriyle kendine bir yalancı dünya kurmuştur. Evlilikten kaçış olasılığını düşünmez.
Açılan pencereler onu dış dünyaya davet ederlerse de o kendine, düşlerine ve yalnızlığa kapanmıştır.
Romanda “pencere” imgesi ile okura Emma’nın geçmişi anlatılır.
“ Madam Bovary başını çevirdi ve pencereye dayanmış bakan köylü suratları gördü. O zaman Bertaux’yu hatırladı. Çiftliği, çamurlu havuzu, elma ağaçları altında mintanıyla dolaşan babasını, süthanede parmağını daldırıp süt çanaklarının kaymağını aldığı eski hali, kendi kendini de görür gibi oldu.” (s.53)
Charles ile nişanlandığını mahalleye haber veren yine bu pencere kanatlarıdır. Ne yazık ki Emma kaçışı hiçbir zaman gerçekleştirmez. O dış dünyayı ne kadar iç dünyasına buyur etmeye çalışsa da pencerenin önündeki kapılı dünyaya hapsolmuştur. Evlilik Emma için dipte kapısı sımsıkı kapalı, karanlık, daracık bir dehlizdir. Ne yazık ki, kendisi bu hayatın içine kıstırılmıştır.
Anlatıcı
Üçüncü tekil şahıs anlatıcı roman boyunca bize Emma’nın düşüncelerini ve hareketlerini anlatır. Zaman zaman bu anlatıcının görüşleri değişir. Görüşleri değiştikçe anlatıya değişik tonlar girer. Anlatıcı sık sık kendinden bir yabancı olarak söz ederek nesnel bir tutum sergiler. Romandaki diğer karakterlerin Emma hakkındaki düşüncelerini (Baba Rouault’un Emma’nın düğününde kendi düğününü anımsaması gibi)onların bakış açılarından öğreniriz.( s.31)
“Rouault başını döndürünce yanında, omuz başında, hotozunun altın arması altında sessiz sessiz gülümseyen karısının pembe yüzünü görüyordu. Kadın bazen parmaklarını ısıtmak için ellerlini onun koynuna sokuyordu. Bütün bunlar ne eski bir zamana aitti. Oğulları sağ olsaydı şimdi otuz yaşına basacaktı.” diyerek baba Rouault’un düşüncelerini aktarır ve hemen sonra yine anlatıcı anlatısına devam eder:
“O zaman Rouault baba yolun arkasına baktı, yolun arkasında bir şeyler göremedi.”
Emma’nın Düğün Sahnesi
Flaubert bu sahneyi en ince ayrıntısıyla anlatır. En yakın köylerden delikanlılar, on fersah uzaktan gelenler olur. İki ailenin de bütün akrabaları çağrılmıştır. Dargın dostlarla barışılmış, çoktan beri aranıp sorulmayan tanıdıklara bile mektup yazılmıştır. Başı hotozlu hanımlar, şehirde gördükleri gibi roplar kuşanmış, altın köstekler takmışlardır. Tıpkı babaları gibi giyinmiş erkek çocukların yeni elbiseler içinde rahatsız oldukları bellidir. Hatta çoğuna o günün şerefine olmak üzere, ömürlerinde ilk defa olarak birer çift çizme alınmıştır. Yanlarında kuzinleri, ya ablaları vardır, onlar da on dört-on altı yaşlarında ilk kudas ayini için dikilen beyaz elbiselerini bu düğün için uzatarak giymiş, saçlarına güllü pomatlar sürünmüş şaşkın bakışlı kızlar görülür. Davetlilerin sosyal durumlarına göre kimisi setre, kimisi, redingot, kimisi ceket, kimisi de kısa ceket giymişlerdir. Bütün bir ailenin saygıyla baktığı, dolaptan ancak düğün ve bayram günü çıkarılan setreler; yakaları silindir biçimi kesilmiş, cepleri torba gibi geniş, etekleri rüzgârda sallanan redingotlar; her zaman ki gibi güneşliğine bakır çember geçirilmiş kasketiyle beraber giyilen kaba çuhadan ceketler. Yakası omuzlarına devrik, sırtı kırmalı ve beli taa aşağıdan dikilmiş kemerle sıkıştırılmış yabanlık bluzları ile de gelenler vardır ama bunlar, hiç şüphesiz sofranın en alt başına oturacaklardır. İşte Flaubert bir köy düğününü böyle tasvir ederek alttan alta küçük burjuva insanlarıyla dalgasını geçer. (s.25-29)
Raşel Rakella Asal
18 Eylül 2010
Kaynakça
·Gülcan Ak Tatar, Mme. Bovary: Düşler Gezegeninden Hades’e Trajik bir Yaşam Öyküsü, Roman Kahramanları, Heyamola Yayınları Nisan-Haziran 2010
·Gustave Flaubert, Madame Bovary, Türkiye İş Bankası Yayınları, 4. Baskı, 2006
19.yy romansının en başarılı örneklerinden “Madam Bovary” hem ele aldığı konu hem de Flaubert’in üslubu ile çarpıcı bir metindir. Anlatılan Emma Bovary’nin trajik hayat hikâyesi ve karşılıksız aşkları gibi görünse de Flaubert, Emma karakteri ile 19. yy Fransız kadınının kıstırılmış hayatını, evlilik müessesinin insan doğasına aykırılığını, toplumsal değer yargıları ve ahlak ölçülerinin ikiyüzlülüğünü ele alır. Roman Madam Bovary karakteriyle bir küçük burjuva kadının çöküşünü, manevi acılarını ve bu kadının arkasında yatan bayağı, önemsiz ve küçük dünyayı anlatır.
İlk modern realist anlatı kabul edilmesinin dışında, romanın önemi sadece taşra hayatından bunalan, isteklerine gem vuran ve kentsoylu insanları yeren bir kitap olması değildir. Roman okur üzerinde öyle etkili olmuş ki, bu romandan sonra “Bovarizm” akımı doğmuş, psikolojide tatminsizlik ve memnuniyetsizlik adı verilen bir hastalığın ismi olmuş hatta “Bovarizm” edebiyatta da kullanılan bir kavram olmuş.
Kimdir Emma Bovary?
Emma Bovary okuduğu romanların etkisiyle aristokrasiye ve büyük burjuvaziye hayranlık duyan aristokrasinin bir parçası olmayı hayal eden ve buna ulaşmak için çabalayan bu sınıfa dâhil olmasa da en azından aristokrat sınıfına yakın bir sınıf içinde bulunmayı arzulayan bir kasaba doktorunun karısıdır. Burjuva sınıfının nasıl yaşadığını bilmek, hayatlarına girmek, o hayata karışmak ister. Kişiliğinin en önemli özellikleri aşırı hayalciliği, duygularını önüne geçememesi, kendisi için yaşamasıdır. Zamanının çoğunu kendi düşüncelerinin içinde kaybolarak geçirir. Düşlerinde günlük hayatı imgelerle süsler. Sıradanlığı olağanüstüye, sadeliği dolambaçlıya tercih eder. Gerçeği yalancı bir güneşle parlatmakla teselli bulur. Sahip olamayacaklarını düşlemekten bir türlü vazgeçemez. Evlilikten maddi anlamda çok şey bekler. Köyde bir çiftlikte değil, şehirde yaşamayı düşler. İçten yapılmış bir pazarlık değildir onunkisi ama bir üst sınıfa dâhil olabilmesindeki tek yolun o sınıftan bir erkekle birlikte olmakta olduğu düşüncesine kapılır. Emma Bovary’nin başka bir hayata duyduğu ihtiras, çok büyük düş kırıklıklarına sebep olur.
Romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki olarak ortaya çıkan roman gerçekçilik akımının ilk ve önemli örneklerindendir. Flaubert burjuva yaşamını, insanı tüketen çabalarını ve umutlarını silip götüren bir bataklık gibi görür. Flaubert, “Madam Bovary”de, romantizm hareketinin prensip ve duygularına kapılan ve onları ciddiye alan boş kafalı bir kadının nasıl felakete sürüklendiğini göstermeyi amaçlamıştır. Toplumdaki yozlaşma, Emma Bovary karakterleri üzerinden okuyucuya iletilir. Flaubert’in bütün metne yayılan hicvi, en çok Emma’nın okuduğu eserler aracılığıyla romantizme yöneliktir. Flaubert Emma’nın geçmişine dönüp bakarken sığ bulduğu okuma zevkiyle dalgasını geçer, kadının pek sevdiği romantik kişileri sıralar:
”…hepsi de aşklar, sevgililer, ıssız köşklerde çile dolduran hanımlar, her konakta öldürülen seyisler, her sayfada anlatılan atlar, karanlık ormanlar, coşkun yürekler, yeminler, hıçkırıklar, gözyaşları, öpüşler, ay ışığında sandallar, koruluklarda bülbüller aslanlar kadar yiğit, kuzu kadar yumuşak başlı, görülmedik derecede erdemli, hep güzel giyinmiş, mezar başlarında gözyaşı döken beyefendiler üzerineydi.”
Yalnız okuduklarından değil yolda bulduğu zarif bir tütün tabakasından, saçları özenli taranmış diye bir adamdan da kolayca etkilenir Madam Bovary.
Emma’nın okuduğu kitaplardan etkilenmesi
Emma’nın trajedisi okuduklarından etkilenerek okudukları üzerine bir dünya düşlemesi olur. Bu amaç uğruna kendini düşlerini gerçekleştirmekten çekinmez. Kadın gazetelerinden “Corbeille” gazetesi ile kibar çevrelerin hayatından söz eden “Sylphe des Salons” dergisine abone olur. Piyeslerin ilk temsili, koşular, müsamereler, balolar hakkında yazılanları, bir kelime atlamadan okur; sahneye yeni çıkan bir kadın artistle, yeni açılan mağazalarla ilgilenir. Son modayı, iyi terzilerin adresini, Opera’ya, Bois de Boulougne’a ne gün gidileceğini bilir. Romanlardan salonların nasıl döşendiğini öğrenmiştir, Balzac’ın, George Sand’in eserlerini okuyup arzularını, heveslerini hiç olmazsa hayalen tatmine çalışır. Kitabını sofrada bile elinden düşürmez, kocası konuşarak yemek yerken, Emma bir romanın sayfalarını çevirir. Her okuduğunda kocası ile davetli olduğu Vaubyessard kontunun şatosunda dans ettiği Vikon‘u hatırlatan bir şey bulur, romanlardaki şahısları bir yönden ona benzetir. Merkezini Vikont’un oluşturduğu daire gitgide genişler ve taşıdığı hale, onun çehresinden ayrılıp daha uzaklara yayılır, Emma’nın birçok başka düşlerine yol açar.(s.59) Okuduğu aşk romanlarının etkisiyle yaşadığı hayatın sıkıcılığından hayal bir dünya kurarak kocası Charles’den uzaklaşır. Kitabi tutkulara yön vererek önce Leon’a âşık olsa da istediğini elde edemez. Sonra Rodolphe’a âşık olur, onunla ilişkiye girer, tüm parasını bu aşk yolunda feda eder. Borç ve çaresizlik içinde, kurtuluşu intiharda bulur.
Romanda mekân kullanımı
“Madam Bovary” mekân açısından sınırlı görünse de bu mekânlarda karşılaşılan yer değiştirmeler romanın gerçek mekânına bağlı olarak yerleştirilen hayali mekânların da eklenmesiyle etkinleşir hatta kahramanın ruh halini anlatan olayın gidişatı veya sonucu hakkında ipuçları sunan bir yapıya dönüşür. Romanda Yonville kasabası ile Rouen şehri arasındaki gidiş gelişler, Emma’nın aşk ve ölüm arasındaki gelgitlerini ifade eden sembolik bir unsura dönüşür. Faytonda yaptığı bu yolculuklarda sadece adını duyduğu yerlere yaptığı hayali yolculuklar ve yaşamlar onun gerçekleşmeyecek yolculukları yani gerçekleşmeyecek mutluluğu olarak anlam kazanır. Flaubert, gerçek ile hayal mekân arasındaki bu yolculuklarda ve mekânlarda aslında kahramanın ruh haliniçözümler.Yine bu yer değiştirmeler hareketsiz bir yaşamı anlatan romanda gereksiz gibi görünürken hikâyenin akışının ilerlemesini sağlayan ritmik bir unsur olarak işlev kazanır.
Flaubert sevişme sahnesini canlandırmak için mekândan yararlanarak yaratıcı yazarlığını okura şöyle sergiler:
“Arabacı :“Mösyo nereye gidecek?”diye sordu. Leon , Emma’yı arabaya sokarak: “Nereye isterseniz,” dedi. Hantal araba yola düzüldü. Grand-Pont sokağından indi, Les Arts meydanını, Napoleon rıhtımını, yeni köprüyü geçti ve Pierre Corneille’in heykeli önünde zınk diye durdu. İçeriden gelen bir ses: “Devam ediniz!” dedi. Araba yeniden harekete geçti, La Fayette kavşağından itibaren, kendini inişe bırakarak, dörtnala şimendifer istasyonuna girdi. Aynı ses: “Hayır, hayır” diye bağırdı; “dosdoğru gidin!” Araba, parmaklıklardan dışarı çıktı ve ağaçlıklı yola gelince, ulu karaağaçlar arasından, hafif tırısla devam etti. Arabacı alnını sildi, meşin şapkasını dizleri arasına koydu, arabasını yan yolların ötesine, nehir kenarına, çimenlerin yakınına sürdü. Araba nehir boyunca, kuru taşlar döşeli yedekçi yolundan ilerledi, Oyssel tarafından, adaların ötesine kadar uzun uzun yol aldı. Fakat birdenbire, bir şıçrayışta, Quatremares, Sotteville, Grande-Chausse ve Elbeuf sokağından geçti ve nebatat bahçesi önünde, üçüncü defa olarak durdu. Aynı ses, daha öfkeli: “Yürüsenize! Diye haykırdı. Araba derhal harekete gelerek, Sani-Sever, Curandiers rıhtımı ve Meules rıhtımından geçti; köprüyü bir kez daha aştı, Xhamp-de-Mars meydanını ve siyah ceketli ihtiyarların, sarmaşıklarla yemyeşil bir taraça üzerinde, güneşte bir aşağı bir yukarı gezindikleri hastane bahçelerini arkada bıraktı. Bouyvereuil bulvarından çıktı, Cauchoise bulvarını, sonra Deville yamaçlarına kadar bütün Mont-Riboudet’yhi dolaştı.
Tekrar döndü ve artık niyetsiz ve istikametsiz, rasgele, gezintiye devam etti. Saint-Pol’e, Lescure’e, Gargan tepesine, Eouge-Mare’a, Falaillarbois meydanına, Maladerie sokağına, Dinanderie sokağına, Saint-Romain, Saint-Vivien, Saint-Maclou(…) uğradı. Arabacı, hep yerinde, vakit vakit meyhanelere ümitsizce bakıyordu. Müşterilerini hangi hareket çılgınlığının böyle durmamacasına yollara düşürdüğünü bir türlü anlayamıyordu. Bacen mahsus duraklar gibi oluyor, fakat derhal arkadan öfkeli haykırmaların yükseldiğini işitiyordu. O zaman, sarsıntılar aldırmaksızın, şuraya buraya çarparak, kayıtsız, keyfi kaçmış, susuzluktan, yorgunluktan ve kederden adeta ağlamaklı olmuş bir halde, ter içinde kalmış iki sıska beygirine şöyle temiz birer kırbaç savuruyordu.” (s.268-69)
Paris ve Emma
Erişilmez düşler peşinde koşan Emma için Paris yaşamayı arzuladığı kenttir. Edebiyat adamlarından, artistlerden oluşan renkli ve kalabalık insan kadrosuyla Paris şehri, ışıklı bir hayat tarzıdır. Paris’e ait bu hayat tarzını arzulayarak bu hayatı taklit etmeye çalışır. Mekândan mekâna geçişlerinde sürekli yer değiştirme dileğinde bulunuşu arzuladığı mekâna ve o hayat tarzına bir türlü ulaşamamasıdır.
İlk Gerçekçi Roman
Flaubert de gençliğinde aşk romanı okuma çılgınlığına kapılmıştır. Flaubert ise Emma’ nın okumaya bayıldığı şeyi reddeder. Roman zenginlik ve yoksulluk farklarını, paranın gücünü, eşyanın kamçıladığı arzuları, Paris’le taşranın karşıtlığını, kısacası yozlaşan burjuva düzeninin insan doğasına yaptığı yıkıcı etkileri göz önüne serer. Emma üzerinden burjuva sınıfının ahlaki yapısını ve değer yargılarının ikiyüzlülüğünü eleştirerek realist romana bir örnek teşkil eder. Küçük burjuva sınıfa dâhil olma, zengin ve ünlü olma, rahat bir hayat sürme düşlerine kapılan ve bunları sağlamak için kolay yolu tercih eden Madam Bovary romanına gerçek bir olay kaynaklık etmiştir. Bir gazete haberine göre, Rouen yakınlarındaki bir köyde, bir Taşra doktoruyla evli olan Delphine Delamare adında bir kadın, tekdüze yaşamından sıkılarak başka erkelerle ilişki kurmuş, altından kalkamayacağı borçlar yapmış, sonunda, kendisini zehirleyerek yaşamına son vermiştir. Dostlarının tavsiyesi üzerine gerilimli bir konuyu işlemeye karar veren Flaubert, beş yıla yakın bir süre çalışarak, bu sıradan olayı bir yazın eserine dönüştürür; böylece Madam Bovary romanı ortaya çıkar.
Madame Bovary romanı ilk gerçekçi roman olarak kabul görmekte, gerçekçilik ve romantizm bu denli iki zıt kavram iç içe adeta birbirini hiçleme çabasında bir tamlayan durumundadır. Kasaba ve köy yaşantısı reddedilen gerçekliği, Emma’nın düş yaşamı da romantizmi çağrıştırır.*
Anna Karanina ve Bovary
Nabokov, Madam Bovary ile Anna Karanina’yı şöyle karşılaştırır:
“Karenina’nın doğrucu ve tutkulu doğası, kılık değiştirmeleri, gizli kapaklı işleri reddeder. O yıkık dökük duvar diplerinden sürünerek birbirinden farksız âşıkların yataklarına yollanan arzu dolu bir kenarın dilberi, düşleriyle yaşayan bir taşralı Emma Bovary değildir. Anna, Vronski’ye bütün yaşamını verir, sevgili küçük oğlundan ayrılmaya- çocuğu görememekten duyacağı korkunç acıya karşın- evet der ve önce ülke dışında, İtalya’da, sonra da onun Orta Rusya’daki kır evinde Vronski ile birlikte yaşar. Bu “açık” gönül serüveni ahlaktan nasibini almamış dost çevresinin gözünde ahlaksız olarak damgalanmasına yol açsa da yapar bunu. (…kendi çocuğundan ayrılırken Emma’nın içi bile sızlamaz, o küçük hanım için çetrefil ahlaki sorunlar filan söz konusu değildir)”
Emma Bovary, Anna Karenina’dan farklı olarak kendini düşlerinin peşinden sürükleyen bir kadındır. Düşlerinin prensi ile Emma iki kez karşılaşır. Bunlardan birincisi Vaubyessard kontunun davetiyle kocasıyla gittiği şatoda dans ettiği Vikont, ikincisi ise; Rouen şehrinde Charles’la birlikte gittiği operada rolünü bütün şiirselliğiyle oynayan genç sanatkârdır.
Şatoda gördüğü insanların yüzlerinde zenginliğin rengini bulur. Porselenlerin uçukluğunu, satenlerin harelerini, güzel eşyanın cilası ile bir kat daha göze çarpan ve çok lezzetli yemeklerden bile ölçülü yemek sayesinde sağlığın korunduğunu gösteren o beyaz rengi bulur. Bu yüzlerde “günü gününe tatmin edilmiş ihtirasların sükûnu” yansır.
Operanın bitimine yakın Emma’nın düşlerinin prensi ile bütünleşme arzusu dayanılmaz bir hal alır.
“…O muhteşem hayatı hayalinde canlandırmaya çalıştı. Tanışırlardı, sevişirlerdi! Onunla birlikte bütün Avrupa ülkelerinde, bütün yorgunluklarını ve gururunu paylaşarak, ona atılan çiçekleri toplayarak, kostümlerine kendi eliyle nakışlar yaparak, başkentten başkente dolaşırdı.(…) Emma’ya bir çılgınlık geldi. Tenor kendisine bakıyordu muhakkak! İnsan kılığına girmiş aşkmış gibi, kuvvetine sığınmak için koşup kollarına atılmak ve ona: “Kaçır beni, götür beni, gidelim! İçimdeki bütün ateşler, bütün rüyalar senindir!” demek, haykırmak geldi içinden.” ( s. 247)
İzlediği müzikaldeki bu oyuncudan etkilenir; o etkinin altındayken eski aşığı Leon’a rastlaması onu yine maceranın içine atar. Aşığına pahalı hediyeler almak için tefeciye borçlanır, kocasını kandırmak için türlü numaralar çevirir. Okuyan, bilen, arzulayan, duyumsayan ancak bunları yaşayamayan, burjuvazinin yükseliş döneminin yeni bir kadın tipidir Emma. Sıradan bir yerden gelen, sıradan bir yerde yaşayan, sıradan biriyle evli, sıradan biridir. Onu trajik bir kahraman yapan, içerisinde bulunduğu koşullar değil, içinde bulunmak istediği koşullardır. Daha güzel bir hayatın olasılığı onun trajedisi olur. Ancak Murathan Mungan’nın tespit ettiği gibi: “Herkes bir başkası olmak ister. Bu yüzden kimse kendisi kalamaz. Bütün romanlar, hikâyeler, piyesler bunun içindir; insana bir başkası olma imkânını tanımak için.”
Emma’nın Aşkı
Emma “durduğu yeri” değil “olmak istediği” yeri önemserken, ilk platonik aşkı, Vicont’un hayatı ona göre, “ötekilerden üstün, yerle gök arasında, fırtınalar içinde geçen ulvi” bir şeydir. Zira daha on beşinde, “ellerine kiralık romanların yağlı tozu” sürülen Madam Bovary’nin gezegeninde hava da, su da aşktır. Onsuz nefes alamaz. Emma için aşk yaşamın anlamıdır.
Emma uygun koşullar gerçekleştirdiği takdirde aşkı evinin dışında bir yabancının kollarında bulmaya hazırdır. Fahişe kadınlara özgü baştan çıkarıcılığı yoktur Emma’nın, o daha ziyade (kocası Charles’in budalaca katkılarıyla da) baştan çıkarılan bir kadındır.
Aşkın varlığının hayatını güzelleştireceğine inanır. Böylece Emma aşkı evinin dışınca başka yerlerde bularak vamp, fettan ve yalancı bir entrika kadınına dönüşmekte ve bu dönüşümden rahatsız olmakta aksine değişik bir haz alır: Aklına, okuduğu kitapların kahramanı olan kadınlar gelir. Kocalarını aldatmış bu kadınların lirik alayı, hafızasında, kendisini büyüleyen sırdaş sesiyle şarkı söylemeye başlar. Bizzat kendisi de hayalinde canlanan bu âlemin gerçek bir parçası olur, kendini, o kadar imrenmiş olduğu bu tip sevdalı kadınlardan biri yerine koyarak, gençliğin o uzun hülyasını gerçeğe çevirir. Bir yandan da intikam almanın zevkini duyar. Çektiği ıstırap kâfi değil midir? Kendisinin bu durumuna acır. Ama şimdi zafer onundur; o kadar zaman, içinde tuttuğu aşk tutkusu, sevinçle fıkır fıkır, bütün bütüne gönlünden fışkırır. Vicdan azabı, endişe duymaksızın yakaladığı aşkın tadını çıkarır.
Charles Bovary
Charles, yoksulluklar içinde yetişmiş, zorluklarla tıp tahsilini tamamlamış, kendini fazla geliştirememiş bir kasaba doktorudur. İşini annesi sayesinde elde etmiştir. Pasif, silik, karısının isteklerini karşılamaktan uzak biridir. İyi niyetle başladığı evliliğinde eşini memnun etmek için elinden geleni yapar. Ancak, fazla donanımlı, bilgili, tecrübeli ve de zengin olmadığı için karısının beklentilerinin uzağında kalır.
Emma’nın gözünde Charles’in konuşması bir sokak kaldırımı gibi dümdüzdür; ne bir heyecan veya bir gülüşe neden olur, ne de bir hülya uyandırır. Charles, Emma’ya söylediğine göre, Rouen’da iken merak edip tiyatroya, Parisli aktörleri görmeye gitmemişti. Yüzmek, kılıç kullanmak, nişan almak gibi şeyleri bilmez; Emma bir gün romanda gördüğü binicilik terimini sormuş, onun da ne olduğunu söyleyememiştir.
Emma’ya göre bir erkeğin her şeyi bilmesi, birçok alanda elinden iş gelmesi, kadına ihtirasın kudretlerini, zarafet içinde yaşamayı, bütün sırların inceliklerini öğretmesi gerekirdi. Charles’ın ise bir şey öğrettiği, bir şey bildiği, hayatta bir şey istediği yoktur. Karısını mutsuzluğunu sezmez, Emma’nın iç dünyasına eğilmez. Emma’ya öyle gelir ki, kocası bir kerecik olsun onun aklından geçenleri bir bilebilse, o zaman, onun da gönlü ona karşı coşuverecektir. Bovary adını, kendinin de taşıdığı o adın meşhur olmasını, kitapçı dükkânlarına yayılıp gazetelerde tekrar edilmesini, bütün Fransa’da tanınmasını isterdi. Ama Charles’ın öyle yukarılarda gözü yoktu ki! O her şeyden mutlu olurdu, dünyada hiçbir şeyi tasa etmezdi. (s.33) Charles’a gitgide sinirlenir. Kocası yaşlandıkça onun tavırlarını basit bulur. Yemek yendikten sonra boş şişelerin tıpalarını keser, diliyle dişlerini temizler, çorba içerken her yudumda gurk gurk diye sesler çıkarır. Emma kocasını tanıdıkça, aralarındaki teklifsizlik artıkça ve aralarındaki yaş farklılığı da bariz bir şekilde belirince, içinde, kendisini kocasından uzaklaştıran bir soğukluk hisseder.
Anlatımda kullanılan “Pencere” İmgesi
Flaubert “pencere” imgesini Emma ile bağdaştırır. Roman boyunca Emma pencereleri açar. Güneş içeri girer, gün girer, ses girer, hayat girer. Emma her pencereyi açışında, pencerenin ardındaki dış dünyayı duyumsar. Emma kocasının gitmesini seyretmek için pencereye geçer, Charles da eli ile bir allahaısmarladık işareti yaptıktan sonra pencereyi kapar.(s.34) Zaman zaman pencereden Charles’a ve sevgilisi Leon’a el sallar. Ara sıra evinden pencereden sokağa göz atar. Bu “pencere” imgesiyle Flaubert Emma’nın dış dünyaya açılma arzusunu anlatır.
“…pencereyi açıyor, soğuk havayı içine çekiyor, gür saçlarını rüzgâra dağıtıyor ve yıldızlara bakarak kendine prens aşkları temenni ediyordu. Onu, Leon’u düşünüyordu. Kendisini doyuran o randevulardan bir tanesini yaşamak için o anda her şeyi verebilirdi.” ( s.317)
“Bazen öğleden sonra, oturma odasının penceresi önünde, siyah favorili, yüzü güneşten kararmış, beyaz dişlerini göstererek tatlı tatlı gülümseyen bir erkek başı belirirdi. Hemen bir vals başlar ve çalgının üzerine kurulmuş ufacık bir salonda, boyları parmak kadar oyuncular, pembe hotozlu hanımlar, uzun ceket giymiş Tyrol delikanlıları, siyah setreli maymunlar, kısa pantolonlu beyler, koltuklar, kanepeler, konsollar arasında döner, dönerken, köşelerinden birine yaldızlı kâğıtla birleştirilmiş ayna parçaları onları birkaç misli çoğaltırdı. Adamcağız sağına, soluna, pencerelere bakarak manivelayı çevirir dururdu.(…) Bunlar, başka yerlerde, örneğin tiyatrolarda çalınan besteler, salonlarda söylenen şarkılar, pırıl pırıl avizeler altında dans edilen havalardı ve dünyanın Emma’ya kadar gelen yankılarıydı.” (s.67)
Çocukluk anılarına dönmek Emma için bir kaçış yoludur. Emma, zenginlik düşleriyle kendine bir yalancı dünya kurmuştur. Evlilikten kaçış olasılığını düşünmez.
Açılan pencereler onu dış dünyaya davet ederlerse de o kendine, düşlerine ve yalnızlığa kapanmıştır.
Romanda “pencere” imgesi ile okura Emma’nın geçmişi anlatılır.
“ Madam Bovary başını çevirdi ve pencereye dayanmış bakan köylü suratları gördü. O zaman Bertaux’yu hatırladı. Çiftliği, çamurlu havuzu, elma ağaçları altında mintanıyla dolaşan babasını, süthanede parmağını daldırıp süt çanaklarının kaymağını aldığı eski hali, kendi kendini de görür gibi oldu.” (s.53)
Charles ile nişanlandığını mahalleye haber veren yine bu pencere kanatlarıdır. Ne yazık ki Emma kaçışı hiçbir zaman gerçekleştirmez. O dış dünyayı ne kadar iç dünyasına buyur etmeye çalışsa da pencerenin önündeki kapılı dünyaya hapsolmuştur. Evlilik Emma için dipte kapısı sımsıkı kapalı, karanlık, daracık bir dehlizdir. Ne yazık ki, kendisi bu hayatın içine kıstırılmıştır.
Anlatıcı
Üçüncü tekil şahıs anlatıcı roman boyunca bize Emma’nın düşüncelerini ve hareketlerini anlatır. Zaman zaman bu anlatıcının görüşleri değişir. Görüşleri değiştikçe anlatıya değişik tonlar girer. Anlatıcı sık sık kendinden bir yabancı olarak söz ederek nesnel bir tutum sergiler. Romandaki diğer karakterlerin Emma hakkındaki düşüncelerini (Baba Rouault’un Emma’nın düğününde kendi düğününü anımsaması gibi)onların bakış açılarından öğreniriz.( s.31)
“Rouault başını döndürünce yanında, omuz başında, hotozunun altın arması altında sessiz sessiz gülümseyen karısının pembe yüzünü görüyordu. Kadın bazen parmaklarını ısıtmak için ellerlini onun koynuna sokuyordu. Bütün bunlar ne eski bir zamana aitti. Oğulları sağ olsaydı şimdi otuz yaşına basacaktı.” diyerek baba Rouault’un düşüncelerini aktarır ve hemen sonra yine anlatıcı anlatısına devam eder:
“O zaman Rouault baba yolun arkasına baktı, yolun arkasında bir şeyler göremedi.”
Emma’nın Düğün Sahnesi
Flaubert bu sahneyi en ince ayrıntısıyla anlatır. En yakın köylerden delikanlılar, on fersah uzaktan gelenler olur. İki ailenin de bütün akrabaları çağrılmıştır. Dargın dostlarla barışılmış, çoktan beri aranıp sorulmayan tanıdıklara bile mektup yazılmıştır. Başı hotozlu hanımlar, şehirde gördükleri gibi roplar kuşanmış, altın köstekler takmışlardır. Tıpkı babaları gibi giyinmiş erkek çocukların yeni elbiseler içinde rahatsız oldukları bellidir. Hatta çoğuna o günün şerefine olmak üzere, ömürlerinde ilk defa olarak birer çift çizme alınmıştır. Yanlarında kuzinleri, ya ablaları vardır, onlar da on dört-on altı yaşlarında ilk kudas ayini için dikilen beyaz elbiselerini bu düğün için uzatarak giymiş, saçlarına güllü pomatlar sürünmüş şaşkın bakışlı kızlar görülür. Davetlilerin sosyal durumlarına göre kimisi setre, kimisi, redingot, kimisi ceket, kimisi de kısa ceket giymişlerdir. Bütün bir ailenin saygıyla baktığı, dolaptan ancak düğün ve bayram günü çıkarılan setreler; yakaları silindir biçimi kesilmiş, cepleri torba gibi geniş, etekleri rüzgârda sallanan redingotlar; her zaman ki gibi güneşliğine bakır çember geçirilmiş kasketiyle beraber giyilen kaba çuhadan ceketler. Yakası omuzlarına devrik, sırtı kırmalı ve beli taa aşağıdan dikilmiş kemerle sıkıştırılmış yabanlık bluzları ile de gelenler vardır ama bunlar, hiç şüphesiz sofranın en alt başına oturacaklardır. İşte Flaubert bir köy düğününü böyle tasvir ederek alttan alta küçük burjuva insanlarıyla dalgasını geçer. (s.25-29)
Raşel Rakella Asal
18 Eylül 2010
Kaynakça
· Gülcan Ak Tatar, Mme. Bovary: Düşler Gezegeninden Hades’e Trajik bir Yaşam Öyküsü, Roman Kahramanları, Heyamola Yayınları Nisan-Haziran 2010
· Gustave Flaubert, Madame Bovary, Türkiye İş Bankası Yayınları, 4. Baskı, 2006
· Roman Kahramanları, Heyamola Yayınları Nisan-Haziran 2010