burak Discussion started by burak 14 years ago

 

Farkındalığın Işığı



İnsanın dünyada yarattığı karmaşaya, savaşlara ve tüm korkunç şeylere bakın. Bu, ne karamsar ne de iyimser bir bakış açısı. Yalnızca olan gerçeklere bakın. Görünen şu ki, bu dünyada barış, dostluk ve şefkat içinde yaşamak mümkün değil. Kişinin kendisiyle ve dünyayla barış içinde yaşaması için büyük bir zekaya gereksinmesi var. Burada sadece barış kavramına sahip olmaktan ve daha barışçıl bir dünyaya özlem duymaktan bahsetmiyoruz, ki bu rahatlıkla ot bir yaşam anlamınada gelebilir. Böylesine karmaşanın ve haksızlıkların hakim olduğu bir dünyada kişinin zihninde ve kalbinde kendisiyle barışık yaşaması mümkün mü ? Sürekli bir şeylere özlem duyulan, çelişkiler, rekabet, taklit ve uyum sağlama çabasıyla dolu bir yaşam değil; nispeten doyuma ulaşmış bir yaşam değil; biraz şan, biraz şöhret, biraz maddi zenginliğe ulaşmış yaşam değil ama barışın olduğu bir yaşam. Dinginliğin, canlılığın onurla varolduğu bir yaşam. Böyle bir yaşam mümkün olabilirmi ?
Karmaşanın göbeğinde yaşayan bir insan böyle bir soru sorabilir mi ? Dışarda görünen dünyadaki karmaşayı gözlemlemede berrak olmalıyız. Her sabah gazetede korkunç şeyler okuyoruz. uçaklar dünyanın bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla - tekrar yakıt almaya gereksinim duymadan - gidebiliyorlar. İnsanlığı birkaç saniyede yok edebilecek bombaları ve zehirli gazları taşıyabiliyorlar. Kişi, insanlığın geldiği bu noktayı gördüğünde, böyle bir soru sormanın gereksiz olduğunu bile hissedeilir. Hiç sorunsuz, hiçbir bencillik olmadan, içsel dinginlikle bu dünyada yaşamak nasıl mümkün olabilir ? Bu konuda yalnıca sözcüklere dayanarak konuşmak bir anlam taşımaz. Ama tam bir dinginlik boyutunda biririmizle iletişim kurmak zekayı gerektiriyor.
Zeka nedir? Zeka illüzyon olanı, sahte olanı, gerçek olmayanı gördüğü halde aynı şeylere devam etmek değildir. Zeka bunları tümüyle yaşamımızdan çıkarmaktır. Zeka zıt düşünceleri "zekice" maniple etmek değildir. Zeka düşüncenin ötesindedir.
Barışçıl bir yaşam için kişi, düzensizliğin nedenin araştırmalıdır. Düzensizliğin karmaşanın birçok nedeni var: Doyuma ulaşma arzusu, doyuma ulaşamama endişesi, kişinin aptıklarıyla söylediklerinin tutarsızlığı, birşeyleri bastırma ve birşeyleri başarma çabası. Bu sonu gelmeyen çabaların altında tek bir neden vardır. Bu neden "ben" dediğimiz, "ego" dediğimiz düşüncenin oluşturduğu kişiliğimizin ayrılık ve yalıtılmışlık duygusudur. Hatta kişiliğin, kişilik değiştirme çabası bile kişiliğin ürünüdür. Kişilik kendisini ülkesiyle özdeşleştirebilir. Bu özdeşleştirme kişiliğin kendisini yüceltmesinden başka bir şey değildir. Hepimiz bu yüceleşitirmeyi farklı şekillerde yaparız. Sonrada karmaşayı doğal olarak kabul ederiz.

Tüm aktivitelerimiz düşünceden kaynaklanır, düşünce de bilgi ve deneyim birkimi olan belleğin tepkisinden başka bir şey değildir. Tüm ilişkiler, tüm keşifler, tüm teknolojik başarılar, ticaret,sanat,politika düşünce aktiviteleridir. Yarattığımız tanrılar ve törenlerde düşüncenin ürünüdür. Peki bilginin ve düşüncenin insanlığın yozlaşmasıyla bağlantısı nedir?
İnsan, bilim, pskoloji, bioloji, matematik vb. dünyasında müthiş bir bilgi birikimine sahip ve bilgi aracılığıyla yükseleceğimizi, özgürleşeceğimizi, kendimizi dönüğştüreceğimizi düşünüyoruz. Şimdi bilginin yaşamımızdaki yerinin sorgulayalım. Bilgi bizi dönüştürdü mü ? Daha iyiye götürdü mü ? Bizi daha erdemli yaptı mı ? Adalet verdi mi ? Özgürlük verdi mi ? Bilgi seyahat ve iletişi konusunda bize özgürlük verdi. Daha iyi sistemlerine sahip olduk. Daha gelişkin bilgisayarlar ve atom bombaları yapabiliyoruz. Ama bilgi bize özgür, adil ve özünde iyi bir yaşam verdi mi ?
Özgürlük adalet ve iyilik; bu üç şey, insanlığın uygarlık tarihi boyunca peşinden koştuğu ama çözümünü bulamadığı üç soru. - özellekiklede adalet. Ama bu dünyada adalet yok. Kimi zeki, kimi değil; kimi güçlü, kimi değil; kimi dünyayı dolaşarak önemli insanlarla dolaşıyor, imi küçük bir kasabanın küçük bir odasında hayatını çalışarak geçiriyor. Adalet nerede ? Dış aktivitelerde mi ? limi başbakan, kimi uluslar arası bir şirketin başı oluyor, kimi ömür boyu bir işçi olarak kalıyor. Dünyadaki dışsal eşitlik çabaları adalet getirebilecek mi ? Yoksa adalet bunlardan başka bir yerde mi ?
Adalet bütün olmak, entegre olmak, parçalanmamış olmak, onulu olmak anlamına gelir. Bu da ancak kıyaslamanın olmadığı yerde mümkündür. Ama daima kıyaslıyoruz. Daha iyi ev, daha iyi araba, daha iyi konum, daha fazla güç vb. Kıyas bir ölçüm, ölçümün olduğu yerde adalet olamaz. Taklidin biçimciliğin olduğu yerde, çoğunluğun doğru düüşündüğü varsayılan yerde adalet olamaz. Birilerinin peşinden giderek, onları dinleyerek, güzelliği, kaliteyi, derinliği algılayamayız. Başkalarıyla yüzeysel olarak hemfikir olabiliriz ancak bu bizim onlardan uzaklaşmamızı engellemez. Adaletin tohumu anlayışımızın derinliğinde yani içimizdedir.
Oldukça tanınmış bir psikologla konuşurken "iyilik" sözcüğünü kullandığımda dehşete düştü. Dedi ki; "Bu çok eski bir sözcük, artık bu sözcüğü kullanmıyoruz." Ama iyilik güzel bir sözcük. İyilik ne ? İyilik kötünün zıddı değildir. Eğer kötünün zıddı olsaydı köklerinin kötülüğe dayanması gerekirdi. Zıddı olan herşeyin kökü zıddındadır. İyilik, kötülük dedğimiz şeyle bağlantılı değildir. İyilik erdemli bir yaşam demektir. Bununla dinsel, ahlaksal ve etik gibi evrensel erdem kavramlarından bahsetmiyoruz. Doğruyu yanlışı gören, duyarlılığını koruyan, bunları anında gören ve davranan bir erdemden söz ediyoruz.
"Özgürlük" sözcüğü karmaşık anlamlar taşıyor. Özgürlüğün olduğu yerde adalet vardır, iyilik vardır. Özgürlük seçme kapasitesi olarak tarif ediliyor. Kişi istediği yere gidebildiği, istediği işi seçebildiği ve istediğini yapabildiği için özgür olduğunu düşünüyor. Ama seçim nerede ? Özgürlük nerede ? Kim seçiyor ve neden seçmek zorunda ? Psikolojik özgürlüğün olduğu yerde, duygusal olmayan, objektif, kesin ve net düşünebilme kapasitesinin olduğu yerde seçime gereksinim yoktur. Karmaşanın olmadığı yerde seçimde yoktur.
Özgürlük nedir? Özgürlük koşullanmanın zıddı değildir. Öyle olsaydı yalnızca bir çeşit kaçış yolu olacaktı. Özgürlük birşeylerden kaçmak değildir. Bilgiyle koşullanmış bir beyin daima sınırlıdır. Daima cehaletin alanında düşünce mekaniği içinde yaşadığı için özgür olamaz. Hepimiz çeşit çeşit korkular içinde yaşıyoruz: yarın korkusu, geçmişte olanların korkusu. Eğer bu korkulardan özgürleşmenin rayışında isek, özgürlük bir nedenden kaynaklanıyordur ve bu özgürlük değildir. Nedensel özgürlük, özgürlük olamaz. özgürlük insan yaşamının bir boyutuna ait değildir. Yaşamın tümünü kapsar ve bir nedeni yoktur. Üzüntüye de özgürlüğe baktığımız açıdan bakabiliriz. Hepimiz bir biçimde acı çektik. Çocuğumuz öldü, eşimiz bizi terk etti, arkadaşlarımız arkamızdan vurdu, sevildik sevemedik, sevdik sevilmedik, bir inancın peşinden yıllarca gittik ve meyvesini alamadık. Üzüntü içinde güzelliğide acıyıda taşır. Kimi şöyle diyebilir: "Artık üzüntülerime bakmak bile istemiyorum yeterince acı çektim. Acılarımı kabulleniyor ve kendi yoluma gidiyorum" Bu acılarla başetmenin bir yolu ama sorunu çözmez. Yada kişi acıyı sembolize ederek acıya tapınır. Hristiyanlıkta yapıldığı gibi, Hinduların acıyı karmaya yüklediği gibi. Modern dünyada ise sorumluluk, ana babalara, topluma ve ya genlere yüklenir. Acıların binbir çeşit açıklaması vardır. Ama açıklamalar ağrıları azaltmaz, acıları geçirmez.
Acılardan özgürleşmek için ideal bir yol keşfetmiş olabilirsiniz. Bu yol acılarınızı geciktirebilir, sizi acılarınızdan ayırabilir. Ama gerçek olan acının siz olduğunuzdur. Bunun anlamının farkındamısınız ? Hiç kimse sizin acılarınızın nedeni değildir. Çocuğunuz öldüğü için gözyaşı dökmüyorusunuz. Çocuğunuz eşiniz için gözyaşı dökebilirsiniz ama bu acının dışsal ifadesidir. Acınız o kişiye olan bağımlılığınızdır. Onsuz bir hiç olacğınızın duygusudur bu. Acının belirtilerine göre tepki gösteriyorsunuz, tepkiler sizi yönlendiriyor ve asla kökenine inemiyorsunuz. Eğer sizi ilgilendiren acının etkileriyse bir ilaç alıp kendinizi avutabilirsiniz. Acıyı yaratan şey zamanmıdır, psikolojik boyutta acının yarattığı zaman mı ? Sorumu anlıyormusunuz ?
Örneğin kişi, oğlunu/kızını, kardeşini, eşini, babasını kaybetti. Gittiler, asla dönmemek üzere. Dünya üzerinden silindiler. Şüphesiz onların bir başka boyutta yaşadıklarına dair bir inanç edinebilirsiniz. Ama onları kaybettiniz. Piyanonun üstüne ya da yatağınızın baş ucuna resimlerini koyabilirsiniz. Kişinin ölülüleri hatırlaması psikolojik zamandır. Onları nasıl sevdiğimiz, onların bizi sevdikleri, bize nekadar yardımcı oldukları, yalnızlığımızın üstünü örtmeleri. Bu hatırlayışlar zamanı hareketlendirir. Dün buradaydılar, bugün yoklar. Anılar beyinde bir kayıt oluşturur. Bu hatırlamalar beyindeki kasetlerin tekrar tekrar dönmesidir. Ormandaki yürüyüşlerimiz, cinselliği nasıl yaşadığmız, değişik paylaştığımız anlar, varlıklarından hissettiğimiz rahatlık bunların hepsi gitmiştir ama kaset dönmeye devam eder. Kaset bellektir ve bellek zamandır.
İşte bize acı çektiren bu bellektir. Dökğlen gözyaşları kişinin kendi yalnızlığındandır. Peki kaydetmemek, kaset oluşturmamak mümkünmüdür ? Bu çok ciddi bir sorundur. Dün sabah güneşin doğuşunu seyretmiş olabilirsiniz. Bu nefis gündoğumu beyninizde kayıda geçer. Kişi, kendisine haz veren görüntüyü kayda geçirmiş ve bu kayıt teyp kasedi gibi tekrar tekrar çalar. Psikolojik zamanın özü budur. Peki kaydetmemek mümkünmüdür ? Bir gün gündoğumuna bakarken tüm farkındalığımızı ona verirseniz, sarı ışığın çimlerdeki gölgelerinin dikkatle gözlemlerseniz an belleğe yerleşmez. Bir şeye tüm farkındalıkla bakılırsa kayıt yapılmaz. Farkındalığın ışığı tüm kayıt etme mekanizmasını iptal eder.

Zaman ve düşünce acının kaynağıdır. Anılar ve zaman kişinin yaşamının merkezi olduğunda, kişi anılarla yaşadığında anılara dönerk göz yaşı döker. Her an anda yaşanırsa anılara dönülmez.

"Keşke o burda olsaydı, bu güzelliği görebilseydi" düşüncesi acı verir. Cinsel anılar içinde bu böyle; resim oluşturmak ve resim hakkında düşünmek. Tüm bunlar bellek, zaman ve düşüncenin ürünüdür. Psikolojik zaman ve düşünceyi nasıl durdurabiliriz sorusu yalnış bir sorudur. Kişi bu gerçeği kendi gözlemiyle ve berrak bir algılamayla kavradığında, bu acınında sonu olur.
Psikolojik kayıt olmaksızın böyle bir farkındalıkla yaşamak mümkün mü ? Yalnızca farkındalığın olmadığı yerde kayıt vardır. Kişi "oğlumu/kızımı, eşimi kardeşimi tanıyorum" dediğinde farkındalıktan çıkmıştır.
Onlara alışmıştır. Onların ne söyleyeceğini biliyordur. Çünkü hep aynı şeyi söylemişlerdir. Kişi "Eşimi tanıyorum", dediğinde onu gerçekten tanımıyor demektir. Çünkü yaşayan bir şeyi tümüyle tanımak olanaksızdır. Ancak ölü bir şeyi, ölü bir anıyı bilebilirsiniz.
Kişi böylesine bir farkındalıkta olduğu zaman acı ayrı bir anlam kazanır. Acıdan öğrenilecek bir şey yoktur. Sadece sonu vardır. Acının bittiği yerde sevgi vardır. Kişi bir başkasını nasıl sevebilir ? Kişinin tüm yaşamı anılardan oluşuyorsa, duvarlarda resimler hala asılıysa, kişi bu anıların girdabı içinde bir başkasını nasıl sevebilir ? Acının sonu sevginin başlangıcıdır.
Bir öğretmen öğrencileriyle her sabah iyilik,güzellik, ve sevginin doğası üzerine konuşuyordu. Bir sabah tam konuşmasına başlarken, pencerenin pervazına bir kuş kondu. Bir süre şakıdı ve uçtu. Öğretmen öğrencilere şöyle dedi: "Bu sabahki konuşma sona erdi"


Brockwood Park-İngiltere
Jiddhu Krishnamurti

 

Replies
derya88
derya88 çok etkileyici ve okadarda bilgi verici bir yazı teşekkürler 14 years ago
loader
loader
Attachment