Albert Camus Kasım l945 tarihli Carnets ll’de şöyle yazıyor:
“İnsanlık koşulunun azıcık değişebilmesi için fıçılar dolusu kan ve yüzyıllarca tarih gerekiyor. Yasa böyle. Yıllar boyu insan kelleleri sapır sapır döküldü, terör hüküm sürdü, “Devrim” diye bağırıldı, sonunda meşru monarşinin yerine anayasa monarşisi getirildi.”
Abbagnano’nun “her türlü bilgi, eylem ya da araştırma kuşkudan, kararsızlıktan doğar.” sözü tam açıklığıyla tüm felsefi akımları kapsar. Felsefi akımlar içerisinde edebiyatı etkileyen “varoluşçuluk” düşüncesinin ayrı bir yeri vardır. Edebiyat akımları, içerisinde, insanı en çok kuşatan, tahrik eden, tedirgin eden; şaşırtıp aydınlatan fikir hareketi varoluşçuluk olmuştur.
İnsanın bırakılmışlığını, yalnızlığını, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmek; insanın kendini tanımasını, özünü yaratmasını, baskılardan kurtulmasını, benliğini kazanmak için savaşmak varoluşçu yazarların başlıca sorunu olmuştur.
Kierkegaard, Heidegger, Jaspers, Sartre yazılarıyla varoluşçuluğun çekirdeğini ortay koymuşlardır. “Varoluş” düşüncesini ilk ortaya atan Kierkegaard’dır. Jaspers en önemli yapıtına “Varlık Aydınlanması”, diğer bir kitabına “Varoluş Felsefesi” adını vermiştir. Heidegger’in “Varlık ile Zaman”ı genellikle varoluşçuluğun başlıca yapıtlarından sayılır. Modern egzistansializmin temelinde Dostoyevski’nin huzursuz romanlarını görürüz. Dostoyevski’nin öncülüğünde varoloşçu yazarlar romana büyük değer vermişlerdir.
Egzistansializm; insanın önce var olduğunu, daha sonra hareketleri, davranışlarıyla kendini yarattığını ileri süren bir felsefe doktrinidir. Varoluşçuluk da denilen egzistansializm; İkinci Dünya Savaşının sonunda, Fransız yazarlarından J: P: Sartre tarafından özel bir edebiyat okulu olarak tanıtıldı. Bu yol, insanın varlığı, hürlüğü tek gerçek olduğu halde onu saran dünyayı bir türlü anlayamamaktan doğan umutsuzlukla bezginlik içinde hayatı tatsız, saçma bulması görüşü üzerinden ilerler.
Varoşluçuluğa göre, insan kendini bulmalı, özünü elde etmelidir. Hiçbir şey, Tanrının varlığını gösteren en değerli delil dahi, kişioğlunu kendinden, benliğinden kurtaramaz. J:P:Sartre’a göre “existance” yani “varolma”, “esence” yani “öz” den önce gelir. Walter Kaufmann’ın diliyle söylemek gerekirse: “Varoluşçuluk bir felsefe değil, gelenekçi felsefeye karşı birbirinden apayrı birkaç başkaldırmaya verilen addır.”
Varoluşçuluğun çıkış noktası Dostoyevski’nin “Tanrı olmasaydı her şey mubah olacaktı” sözüdür. Bu anlayışa göre, Tanrı bulunmadığı için insan özgür olmak zorundadır. İnsan özgürdür; insan özgürlüktür. İnsan her an insanı ortaya çıkartacak; karşılığı bilinmeyenleri hoşlandığı gibi yorumlayacaktır. Her insan kendi geleceğini kendi yaratır.
Bu felsefeye göre; bizi yapan kararlarımızdır. İnsanın her zaman yapacak bir işi vardır; bu çaba insan yaşadığı sürece asla son bulmaz. Sartre şöyle der:
“İnsan bir girişimler zinciridir. İnsan, bu girişimleri yaratan bağlantıların toplamı, örülüşü ve bütünüdür. Ancak eylem içinde, iş içinde gerçeklik vardır. İnsan kendi tasarısından başka bir şey değildir; kendini yaptığı, gerçekleştirdiği ölçüde vardır; yani hayatından, edimlerinin toplamından ibarettir. İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tamamlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.
İnsan hürdür, hür olmaya mahkûmdur, çünkü o kendini kendisi yaratmış değildir. Öte yandan yine hürdür. Çünkü bir kez yeryüzüne atılmış olarak, yaptığı her şeyden sorumludur. İnsan, var olduktan sonra kendini kavradığı gibidir, varlaşmaya doğru yaptığı bu atımlımdan sonara olmak istediği gibidir. Yani kendini nasıl yaparsa öyledir.”
Sabahattin Eyüboğlu şöyle tanımlar: “Egzistansializm; yaşanmayan, kitaplarda kalan, günün sorunlarıyla ilgilenmeyen kuru akılcı felsefelere ve ahlak öğütlerine karşı bir tepkidir.”
Varoluşçulukta insan, kendini aşmak zorundadır. İnsan durmaksızın kendi içinden çıkmak için çırpınır; çünkü insan kendi içine dönmekle değil, kendi içinden çıkmakla dışındaki bir gaye, bir kurtulma, belli bir iş yolunda çalışmakla gerçek insan oluşunu ortaya koyar. Bu felsefeye göre insan kendi kendini kurar; önceden kurulmuş, tamamlanmış sona ermiş değildir. Yani bir insan önce dünyaya gelir, kişiliği oluşur, kendini tamamladıktan sonra özünü ortay koyar. Sartre’a göre, insan evrende tek başınadır. İnsan kendini bulmalı, özünü elde etmelidir. Varolmak her şeyden önemlidir. Egzistnsializm; insanı asla umutsuzluğa düşürmemek çabasındadır.
Yine sözü Sartre’a verirsek, o şöyle açıklar: “Varoluş özden önce gelir. İnsan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Şöyle: Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirlenme yolu kapanmaz, her zaman açıktır.
Yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına yaklaşılırken Fransa’da yaygınlık kazanan varoluşçuluk her şeyden önce bir felsefe akımıdır. Konu ile uğraşanların dediklerinle göre kökleri Pascal’a, Saint-Augustin’e, hatta daha da gerilerde stoacılara, Sokrates’e uzanan bu felsefen asıl gelişimi on dokuzuncu yüzyılda başlar. Schelling ile Kierkegaard, o zamana dek düşünürlerin üzerinde pek durmadıkları varoluş (existence), insanın varoşlu sorununa eğilirler. Hepsi de insanı, insanın varoluşunun anlamını ele alır. Varoluşçulukta “insanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoşlunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği söz konusudur; güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, zaman içinde ve tarihselliği içinde insan, ölüme mahkûm bir varlık olarak insanın varoluş, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun otantikliği (halisliği) ve bu halis olmaya çağrı, Özgürlüğü içinde insanın varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın, tek insanın kendini bulması, kendi olması, doğruluk ve ahlaklılık karşısında sahici davranışı, tutumu; bütün bu sorunlar söz konusudur varoluşçuluk felsefesinde.
Yazın alanında İkinci Dünya Savaşının hemen öncesinden başlayarak Fransa’da kimi yazarlar, bu felsefen hiç de yabancısı olmadığı, modern toplumdaki insanın yalnızlığı, “saçma”, umutsuzluk, bunaltı, başkaldırma, sorumluluk, dayanışma, seçme, özgürlük gibi kavramları okuyucuya yazın aracılığı ile sunarlar; yalnızca düşünceyle yetinmeyip eyleme dönük bir yazın oluşturma yoluna giderler. En tanınmışları savaş sonrası Fransız yazınını kişilikleri ve yapıtları ile derinden etkileyen Albert Camus ve Jean-Paul Sartre olan bu yazarlara eleştirmenler “varoluşçu” etiketini yapıştırmakla gecikmezler. 1945’lerden sonra varoluşçuluk, geniş bir okuyucu kitlesinin el üstünde tuttuğu bir moda olur; dergilerde, gazetelerde. Paris kahvelerinde, hatta Fransa dışında tartışma yapılır. 1955’lerden sonra, yine büyük gürültülerle gelen yeni akımlar karşısında dayanamayıp etkinliğini yitirir ve yavaş yavaş sahneden çekilir.
Varoluşçuluk, bunalım dönemlerinde kendini duyuran bir umutsuzluk haykırışıdır diyenler pek çok. Bu görüşün, İkinci Dünya Savaşının tüm değerleri altüst etmesinin yeşertip boy attırdığı Jean_Paul Sartre’ın felsefesi için de geçerli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu, o yıllarda varoluşçuluğun neden Fransa’da öteki batı ülkelerindekilerle karşılaştırılamayacak ölçüde çok taraftar topladığını açıklamaz. Burada, felsefeyi bilimsel kitaplardan çıkarıp kahvehanelere götüren, sokağa indiren Jean-Paul Satre’ın kişiliği ile çarpıcı anlatım biçiminin payı yadsınamaz.
Varoluşçu filozofların yazın ile felsefeyi birbirinden ayıran uçurumu yok eme çabasında oldukları söylenir. Onlara göre, açıklamak, çözümlemek değil, betimlemektir söz konusu olan. Varoluşçu yazın da felsefenin alanına giren sorunlara el atar. Jean-Paul Sartre oyunlarından “Gizli Oturum”da insanın “başkası” ile ilişkilerini, Sineker’de “özgürlüğü”, Tanrı-özgürlük ilişkisini”, Saygılı Yosma’da “iyi”nin, “doğru”nun göreceliğini inceler; Şeytan ve Yüce Tanrı’da her zaman ve her yerde geçerli bir mutlak ahlak olup olmadığını tartışır. Bulantı metafizik sorunlarla yüklüdür; günlük biçimindeki bu romanın kahramanı Antoine Roquentin’in deniz kıyısında çakıl taşına baktığında duyduğu ürküntüyü ya da parkta bir ağacın kökü üzerinle düşündüklerini anlatan sayfalar, kendilerine bir felsefe kitabında da rahatlıkla yer bulabilirlerdi. Jean-Paul Sartre’ın tam anlamıyla felsefi kitapları bu sorunları da içermektedir zaten. Simon de Beauvoir’ın Konuk Kız’ı karmaşık ilişkiler içinde bir üçlünün psikolojisi üzerine kurulmuş geleneksel bir romandır, ama aynı zamanda “başkası”nın varlığının yarattığı sorunları inceleyen metafizik bir romandır da. Kendisi kabul etmiyorsa da, Albert Camus’nun Sisyphe Efsanesi bir felsefe denemesidir. Onun Yabancı’da ele aldı, bir kişi olarak Meursault değil, insanın modern tolumla ilişkisidir daha çok. Ayrıca Bulantı ile Yabancı’da yapmacıklarla dolu ve anlamsız bir toplumda eski dayanaklarını, Tanrı’sını yitirerek evrenin ekseni olmuş, ama bunun yanı sıra da makinen, işinin tutsağı durumuna düşmüş –batılı-bireyin hiçliğinin ve bu dünyada fazladan bir varlık olduğunun bilincine varması, “saçma” diye nitelenen kavram biçiminde sunulur okuyucuya.
Varoluşçuluğun ilk aşamasını temsil ettiklerini söyleyebileceğimiz Sisyphe Efsanesi denemesi, Yabancı, Bulantı gibi romanlar yayımlandıklarında Fransız yazınına yeni bir ses getirirler. Her şeyden önce, sevdiği ölmüş ya da ondan uzakta olan bir coşumcu ozanın yalnızlığına hiç benzemeyen, ama onunkinden çok daha büyük bir yalnızlık içindedirler bu romanların kahramanları. Üstelik dinden ve geleneksel ahlaktan tümüyle kopmuşlardır. Her şey kendilerinle yabancı olduğundan kendilerini teselli edebilecek dayanaklardan da yoksundurlar. Sahteliğini, yapmacıklığını ilan ettikler toplumun, dünyanın hep dışında tutarlar kendilerini. Hele olayların akışı, tarih onları hiç mi hiç ilgilendirmez. Bu tutum ve davranışları ile Antoine Roquentin ve Meursault, düşünce sistemlerinin daha ilk basamağını yapmaya çalışan, henüz eyleme geçmemiş, yalnızca spekülasyonlarla uğraşan Jean-Paul Sartre ile Albert Camus’yü gözümüzün önüne getirirler.
Ne var ki, l940’larda Jean-Paul Sartre da, Albert Camus de, onlar gibi düşünenler de, birdenbire olaylarla, savaşla, “tarih”le yüz yüze gelecekler, böylece tarihselliklerinin bilincine varacaklardır. Savaşı yıllarının umutsuzluğa düşürücü ortamı nedeniyle varoluşçu yazının ilk biçimli – özellikle Gizli Oturum, Yanlışlık ve Caligula ile- biraz daha sürecektir, ama işgal sırasında Direniş’e katılan bu yazarlar artık bu anlamsız dünyaya daha başka bir gözle, daha değişik bakacaklar, bundan böyle yalnızlık konusunu değil, “dayanışma” kavramını öne çıkaracaklar, kalemlerini gerçekleştirmek istedikleri amaç için kullanacaklardır. Varoluşçu felsefenin eyleme dönük yüzü buradan başlayarak yazında kendini göstermekte, kuram yönünü Jean-Paul Sartre’ın geliştirdiği ve daha çok politik sorunları konu edinen bağlantılı yazın işte buradan kaynaklanmaktadır.
“Fazla”lık, “bulantı”, “saçma”, kişiyi özgürlüğünün bilincine götürür. Özgür insan kendinden sorumludur, içlinde bulunduğu toplumdan, çağından soruludur. Varoluş özden önce geldiğinden (Albert Camus bu düşünceye karşı çıkar), yani insanı yaratan bir Tanrı olmadığından, özgür insan kendi varlığına, kendisini belirleyen, kendisini yaşatan eylemiyle bir anlam kazandırmak zorundadır varoluşçuluğa göre: Öyleyse özgür insan, özellikle yazar, bir seçim yapmalı, bir şeye bağlanmalıdır: özgürlük de ancak bu seçim ve bağlanma ile bir biçim alabilir, varlığını sürdürebilir. Varoluşçu yazarlar da seçimlerini yapıp politikaya atılmışlar, olayların akışının kendi düşüncelerine uyan bir yon almasını sağlamak amacıyla bir yandan kamuoyunu oluşturan en etkin güçlerden gazeteciliğe el atarlarken, öte yandan da bağlantılı yazın ilkeleri doğrultusunda yapıtlar vermeye yönelmişlerdir. Albert Camus bir ara Combat gazetesinin başyazarı olmuş, kısa bir süre de Express’de görev almıştır. Jean-Paul Sartre Les Temps Modernes adlı dergiyi kurmuş, burada yazılar yayımlamış, Mezarsız Ölüler, Kirli Eller, Nekrassov gibi oyunlarında siyasal ve toplumsal konular sergilemiştir. Simone de Beauvour Les Temps Modernes’in yazı kurulu üyeler arasında yer almış, kadın sorunlarını irdeleyen yapıtları ile dikkatleri üzerine çekmiştir.
Şimdi tarih sayfalarına, l945’lere dönelim. Nazizmin, faşizmin güçlenip yayılması, sonra da İkinci Dünya Savaşının getirdiği çöküntü, geleneksel değerler sarsmış, yıkmıştır. Direniş’e katılmış olan varoluşçular, Nazi zihniyetine karşı koyamamış ve “saçma” üzerine kurulu felsefelerini bekleyen nihilizmden kendilerin kurtarma, yeni bir değerler sistemi geliştirme, o yılların umutsuzluk ortamında bir umut ışığı yakma, yeni bir hümanizma oluşturma çabasına girişirler. Metni sonradan kitap haline getirilen konferansında Jean-Paul Sartre, varoluşçuluğun bir hümanizma olduğunu haykırır.
1945-1950 yıllarının, yeni bir hümanizma getirdiğini söyleyen Tanrıtanımayan varoluşçuluğu büyük tartışmalara yol açar. Hem idealizmden, hem de materyalizmden kurtulmayı amaçlayan, ama içinde bunların her ikisinden de öğeler barındıran bu felsefe hem sağın, hem solun yıldırımlarını üstüne çeker. Sağ kesim Jean-Paul Sartre’ın gizli bir komünist olduğunu ileri sürer; sol kesim ise yıkılmakta olan burjuvaziyi bir süre daha ayakta tutabilecek yeni payandalar aradığını, Hristıyan varoluşçuluk onu din ve ahlak değerlerini yerle bir etmeye kalkışmakla suçlar. En şiddetli saldırılar Marksistlerden gelir. Georges Lukacs, Jean-Paul Sartre’ın girişimini idealizm ile diyalektik materyalizm arasında çıkmaza giden bir “üçüncü yol” peşinde boşuna koşma olarak niteler. Bu arada, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Maurice Merleau-Ponty, marksizmle varoluşçuluğun bir bireşimini yapmaya girişirler.
Jean-Paul Sarte Özgürlüğün Yolları’nda, Albert Camus Veba’da, başkalarının verdiği bir karar sonucu gelen felaketlere sessizce boyun eğmeye karşı çıkan bu varoluşçu hümanizmayı alegorik bir biçimde dile getirirler bir bakıma. Ama bu iki düşünürün hümanizmaları birbirinden uzaklaşmaya başlar yavaşa yavaş: Albert Camus, durum ne olursa olsun, şiddete “hayır” derken Jean-Paul Sartre gerektiğinde buna başvurmada hiçbir sakınca görmez. Soğuk savaşın, giderek Fransa’yı Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında bir seçim yapma tehlikesiyle yüz yüze getirdiğinde buna tepkileri de değişik olur. Rusya’da çalışma kamplarının varlığı ile Stalin üzerinle tartışmalar ve Kore Savaşı varoluşçuların düşünce ve eylem birliğini yok eder. Ölçülü bir “başkaldırma” ile yetinen Albert Camus, Başkaldıran İnsan’da sonu devlet terörüne vardığı gerekçesiyle tarihteki büyük devrimleri kınar. Jean-Paul Sartre yazını hemen hemen bir yana bırakır. 1951’de oynanan Şeytan ve Yüce Tanrı’dan sonra bu alanda iki piyes (Nekrassov, Altana Pusları) ile Sözcükler’i ve Flaubert incelemsini yayımlar sadece. Politikaya daha çok dalar, devrimden yana bir yol izler; Marksistlere, komünistlere yaklaşır.
Varoluşçulardan birbirlerine benzemeye farklı sesler yükselmektedir. Bu yüzden 1945’lerdeki gibi etkileyici, sürükleyici olamamaktadırlar artık. Olaylara katılmak, tarihe yön vermek, çağı kucaklamak için aşağı yukarı on, on beş yıl önce kolları sıvayan bu varoluşçu düşünürlerin hayal kırıklıklarını, başarısızlıklarını Simoe de Beauvöir Les Mandarins adlı yapıtında sergiler. 1955’lerde sonra varoluşçuluk sönmeye yüz tutar. Albert Camus’nun Cezayir Savaşı sırasında oradaki Fransızlardan vazgeçemediği gibi, sömürgeciliği de onaylayamadığından, bu savaş karşısında kendisinden beklenen tavrı alamayıp susması onu yalnızlığa iter. Jean-Paul Sartre İse, l958’de, çağımızın aşılmamış gerçek felsefesi diye nitelediği marksizmin bir yana bıraktığı bireyin sorunlarını ele alıp çözümlemeye başlayınca, artık sade bir “ideoloji” olarak gördüğü varoluşçuluğun kendiliğinden ortadan kalkacağını açıklar.
Albert Camus ile Maurice Merleau-Ponty’nin l960’ta ölümlerinden sonra yayımlanan Simone de Beauvoir’ın anıları, Jean-aul Sartre’ın Sözcükler’i ile Paul Nizan ve Merleau-Ponty üzerine yazdıkları, eski gücünü yitirmiş, modası çoktan geçmiş varoluşçuluğun geriye dönüp yaptıklarına, yapamadıklarına göz atmasıdır bir bakıma. Kişinin sorunlarına çözüm arayan, kültür, tarih konularını irdeleyen, çağını kucaklamak isteyen, düşünür ve eylemci yönleriyle, kimilerince örnek alınan ya da kendinden söz ettiren, varoluşçuluğun görkemli bir dönemden sonra başarısızlıklarına, çıkmazlarına, dağılışına tanık olan Jean-Paul Sartre günümüzde de okunmakta, saygı görmektedir. Yabancı – Albert Camus
Edebiyat Akımları – Seyit Kemal Karaalioğlu
Türk Dili (Aylık Dil ve Yazın Dergisi- Yazın Akımları Özel Sayısı 2. Baskı Ocak l981 Sayı 349
Yazın ile Felsefen Eylemde Buluşması – Ekrem Aksoy – Varoluşçuluk
Albert Camus Kasım l945 tarihli Carnets ll’de şöyle yazıyor:
“İnsanlık koşulunun azıcık değişebilmesi için fıçılar dolusu kan ve yüzyıllarca tarih gerekiyor. Yasa böyle. Yıllar boyu insan kelleleri sapır sapır döküldü, terör hüküm sürdü, “Devrim” diye bağırıldı, sonunda meşru monarşinin yerine anayasa monarşisi getirildi.”
Abbagnano’nun “her türlü bilgi, eylem ya da araştırma kuşkudan, kararsızlıktan doğar.” sözü tam açıklığıyla tüm felsefi akımları kapsar. Felsefi akımlar içerisinde edebiyatı etkileyen “varoluşçuluk” düşüncesinin ayrı bir yeri vardır. Edebiyat akımları, içerisinde, insanı en çok kuşatan, tahrik eden, tedirgin eden; şaşırtıp aydınlatan fikir hareketi varoluşçuluk olmuştur.
İnsanın bırakılmışlığını, yalnızlığını, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmek; insanın kendini tanımasını, özünü yaratmasını, baskılardan kurtulmasını, benliğini kazanmak için savaşmak varoluşçu yazarların başlıca sorunu olmuştur.
Kierkegaard, Heidegger, Jaspers, Sartre yazılarıyla varoluşçuluğun çekirdeğini ortay koymuşlardır. “Varoluş” düşüncesini ilk ortaya atan Kierkegaard’dır. Jaspers en önemli yapıtına “Varlık Aydınlanması”, diğer bir kitabına “Varoluş Felsefesi” adını vermiştir. Heidegger’in “Varlık ile Zaman”ı genellikle varoluşçuluğun başlıca yapıtlarından sayılır. Modern egzistansializmin temelinde Dostoyevski’nin huzursuz romanlarını görürüz. Dostoyevski’nin öncülüğünde varoloşçu yazarlar romana büyük değer vermişlerdir.
***************************************************************************
Egzistansializm; insanın önce var olduğunu, daha sonra hareketleri, davranışlarıyla kendini yarattığını ileri süren bir felsefe doktrinidir. Varoluşçuluk da denilen egzistansializm; İkinci Dünya Savaşının sonunda, Fransız yazarlarından J: P: Sartre tarafından özel bir edebiyat okulu olarak tanıtıldı. Bu yol, insanın varlığı, hürlüğü tek gerçek olduğu halde onu saran dünyayı bir türlü anlayamamaktan doğan umutsuzlukla bezginlik içinde hayatı tatsız, saçma bulması görüşü üzerinden ilerler.
Varoşluçuluğa göre, insan kendini bulmalı, özünü elde etmelidir. Hiçbir şey, Tanrının varlığını gösteren en değerli delil dahi, kişioğlunu kendinden, benliğinden kurtaramaz. J:P:Sartre’a göre “existance” yani “varolma”, “esence” yani “öz” den önce gelir. Walter Kaufmann’ın diliyle söylemek gerekirse: “Varoluşçuluk bir felsefe değil, gelenekçi felsefeye karşı birbirinden apayrı birkaç başkaldırmaya verilen addır.”
Varoluşçuluğun çıkış noktası Dostoyevski’nin “Tanrı olmasaydı her şey mubah olacaktı” sözüdür. Bu anlayışa göre, Tanrı bulunmadığı için insan özgür olmak zorundadır. İnsan özgürdür; insan özgürlüktür. İnsan her an insanı ortaya çıkartacak; karşılığı bilinmeyenleri hoşlandığı gibi yorumlayacaktır. Her insan kendi geleceğini kendi yaratır.
Bu felsefeye göre; bizi yapan kararlarımızdır. İnsanın her zaman yapacak bir işi vardır; bu çaba insan yaşadığı sürece asla son bulmaz. Sartre şöyle der:
“İnsan bir girişimler zinciridir. İnsan, bu girişimleri yaratan bağlantıların toplamı, örülüşü ve bütünüdür. Ancak eylem içinde, iş içinde gerçeklik vardır. İnsan kendi tasarısından başka bir şey değildir; kendini yaptığı, gerçekleştirdiği ölçüde vardır; yani hayatından, edimlerinin toplamından ibarettir. İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tamamlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.
İnsan hürdür, hür olmaya mahkûmdur, çünkü o kendini kendisi yaratmış değildir. Öte yandan yine hürdür. Çünkü bir kez yeryüzüne atılmış olarak, yaptığı her şeyden sorumludur. İnsan, var olduktan sonra kendini kavradığı gibidir, varlaşmaya doğru yaptığı bu atımlımdan sonara olmak istediği gibidir. Yani kendini nasıl yaparsa öyledir.”
Sabahattin Eyüboğlu şöyle tanımlar: “Egzistansializm; yaşanmayan, kitaplarda kalan, günün sorunlarıyla ilgilenmeyen kuru akılcı felsefelere ve ahlak öğütlerine karşı bir tepkidir.”
Varoluşçulukta insan, kendini aşmak zorundadır. İnsan durmaksızın kendi içinden çıkmak için çırpınır; çünkü insan kendi içine dönmekle değil, kendi içinden çıkmakla dışındaki bir gaye, bir kurtulma, belli bir iş yolunda çalışmakla gerçek insan oluşunu ortaya koyar. Bu felsefeye göre insan kendi kendini kurar; önceden kurulmuş, tamamlanmış sona ermiş değildir. Yani bir insan önce dünyaya gelir, kişiliği oluşur, kendini tamamladıktan sonra özünü ortay koyar. Sartre’a göre, insan evrende tek başınadır. İnsan kendini bulmalı, özünü elde etmelidir. Varolmak her şeyden önemlidir. Egzistnsializm; insanı asla umutsuzluğa düşürmemek çabasındadır.
Yine sözü Sartre’a verirsek, o şöyle açıklar: “Varoluş özden önce gelir. İnsan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Şöyle: Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirlenme yolu kapanmaz, her zaman açıktır.
***********************************************************************
Yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına yaklaşılırken Fransa’da yaygınlık kazanan varoluşçuluk her şeyden önce bir felsefe akımıdır. Konu ile uğraşanların dediklerinle göre kökleri Pascal’a, Saint-Augustin’e, hatta daha da gerilerde stoacılara, Sokrates’e uzanan bu felsefen asıl gelişimi on dokuzuncu yüzyılda başlar. Schelling ile Kierkegaard, o zamana dek düşünürlerin üzerinde pek durmadıkları varoluş (existence), insanın varoşlu sorununa eğilirler. Hepsi de insanı, insanın varoluşunun anlamını ele alır. Varoluşçulukta “insanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoşlunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği söz konusudur; güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, zaman içinde ve tarihselliği içinde insan, ölüme mahkûm bir varlık olarak insanın varoluş, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun otantikliği (halisliği) ve bu halis olmaya çağrı, Özgürlüğü içinde insanın varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın, tek insanın kendini bulması, kendi olması, doğruluk ve ahlaklılık karşısında sahici davranışı, tutumu; bütün bu sorunlar söz konusudur varoluşçuluk felsefesinde.
Yazın alanında İkinci Dünya Savaşının hemen öncesinden başlayarak Fransa’da kimi yazarlar, bu felsefen hiç de yabancısı olmadığı, modern toplumdaki insanın yalnızlığı, “saçma”, umutsuzluk, bunaltı, başkaldırma, sorumluluk, dayanışma, seçme, özgürlük gibi kavramları okuyucuya yazın aracılığı ile sunarlar; yalnızca düşünceyle yetinmeyip eyleme dönük bir yazın oluşturma yoluna giderler. En tanınmışları savaş sonrası Fransız yazınını kişilikleri ve yapıtları ile derinden etkileyen Albert Camus ve Jean-Paul Sartre olan bu yazarlara eleştirmenler “varoluşçu” etiketini yapıştırmakla gecikmezler. 1945’lerden sonra varoluşçuluk, geniş bir okuyucu kitlesinin el üstünde tuttuğu bir moda olur; dergilerde, gazetelerde. Paris kahvelerinde, hatta Fransa dışında tartışma yapılır. 1955’lerden sonra, yine büyük gürültülerle gelen yeni akımlar karşısında dayanamayıp etkinliğini yitirir ve yavaş yavaş sahneden çekilir.
Varoluşçuluk, bunalım dönemlerinde kendini duyuran bir umutsuzluk haykırışıdır diyenler pek çok. Bu görüşün, İkinci Dünya Savaşının tüm değerleri altüst etmesinin yeşertip boy attırdığı Jean_Paul Sartre’ın felsefesi için de geçerli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu, o yıllarda varoluşçuluğun neden Fransa’da öteki batı ülkelerindekilerle karşılaştırılamayacak ölçüde çok taraftar topladığını açıklamaz. Burada, felsefeyi bilimsel kitaplardan çıkarıp kahvehanelere götüren, sokağa indiren Jean-Paul Satre’ın kişiliği ile çarpıcı anlatım biçiminin payı yadsınamaz.
Varoluşçu filozofların yazın ile felsefeyi birbirinden ayıran uçurumu yok eme çabasında oldukları söylenir. Onlara göre, açıklamak, çözümlemek değil, betimlemektir söz konusu olan. Varoluşçu yazın da felsefenin alanına giren sorunlara el atar. Jean-Paul Sartre oyunlarından “Gizli Oturum”da insanın “başkası” ile ilişkilerini, Sineker’de “özgürlüğü”, Tanrı-özgürlük ilişkisini”, Saygılı Yosma’da “iyi”nin, “doğru”nun göreceliğini inceler; Şeytan ve Yüce Tanrı’da her zaman ve her yerde geçerli bir mutlak ahlak olup olmadığını tartışır. Bulantı metafizik sorunlarla yüklüdür; günlük biçimindeki bu romanın kahramanı Antoine Roquentin’in deniz kıyısında çakıl taşına baktığında duyduğu ürküntüyü ya da parkta bir ağacın kökü üzerinle düşündüklerini anlatan sayfalar, kendilerine bir felsefe kitabında da rahatlıkla yer bulabilirlerdi. Jean-Paul Sartre’ın tam anlamıyla felsefi kitapları bu sorunları da içermektedir zaten. Simon de Beauvoir’ın Konuk Kız’ı karmaşık ilişkiler içinde bir üçlünün psikolojisi üzerine kurulmuş geleneksel bir romandır, ama aynı zamanda “başkası”nın varlığının yarattığı sorunları inceleyen metafizik bir romandır da. Kendisi kabul etmiyorsa da, Albert Camus’nun Sisyphe Efsanesi bir felsefe denemesidir. Onun Yabancı’da ele aldı, bir kişi olarak Meursault değil, insanın modern tolumla ilişkisidir daha çok. Ayrıca Bulantı ile Yabancı’da yapmacıklarla dolu ve anlamsız bir toplumda eski dayanaklarını, Tanrı’sını yitirerek evrenin ekseni olmuş, ama bunun yanı sıra da makinen, işinin tutsağı durumuna düşmüş –batılı-bireyin hiçliğinin ve bu dünyada fazladan bir varlık olduğunun bilincine varması, “saçma” diye nitelenen kavram biçiminde sunulur okuyucuya.
Varoluşçuluğun ilk aşamasını temsil ettiklerini söyleyebileceğimiz Sisyphe Efsanesi denemesi, Yabancı, Bulantı gibi romanlar yayımlandıklarında Fransız yazınına yeni bir ses getirirler. Her şeyden önce, sevdiği ölmüş ya da ondan uzakta olan bir coşumcu ozanın yalnızlığına hiç benzemeyen, ama onunkinden çok daha büyük bir yalnızlık içindedirler bu romanların kahramanları. Üstelik dinden ve geleneksel ahlaktan tümüyle kopmuşlardır. Her şey kendilerinle yabancı olduğundan kendilerini teselli edebilecek dayanaklardan da yoksundurlar. Sahteliğini, yapmacıklığını ilan ettikler toplumun, dünyanın hep dışında tutarlar kendilerini. Hele olayların akışı, tarih onları hiç mi hiç ilgilendirmez. Bu tutum ve davranışları ile Antoine Roquentin ve Meursault, düşünce sistemlerinin daha ilk basamağını yapmaya çalışan, henüz eyleme geçmemiş, yalnızca spekülasyonlarla uğraşan Jean-Paul Sartre ile Albert Camus’yü gözümüzün önüne getirirler.
Ne var ki, l940’larda Jean-Paul Sartre da, Albert Camus de, onlar gibi düşünenler de, birdenbire olaylarla, savaşla, “tarih”le yüz yüze gelecekler, böylece tarihselliklerinin bilincine varacaklardır. Savaşı yıllarının umutsuzluğa düşürücü ortamı nedeniyle varoluşçu yazının ilk biçimli – özellikle Gizli Oturum, Yanlışlık ve Caligula ile- biraz daha sürecektir, ama işgal sırasında Direniş’e katılan bu yazarlar artık bu anlamsız dünyaya daha başka bir gözle, daha değişik bakacaklar, bundan böyle yalnızlık konusunu değil, “dayanışma” kavramını öne çıkaracaklar, kalemlerini gerçekleştirmek istedikleri amaç için kullanacaklardır. Varoluşçu felsefenin eyleme dönük yüzü buradan başlayarak yazında kendini göstermekte, kuram yönünü Jean-Paul Sartre’ın geliştirdiği ve daha çok politik sorunları konu edinen bağlantılı yazın işte buradan kaynaklanmaktadır.
“Fazla”lık, “bulantı”, “saçma”, kişiyi özgürlüğünün bilincine götürür. Özgür insan kendinden sorumludur, içlinde bulunduğu toplumdan, çağından soruludur. Varoluş özden önce geldiğinden (Albert Camus bu düşünceye karşı çıkar), yani insanı yaratan bir Tanrı olmadığından, özgür insan kendi varlığına, kendisini belirleyen, kendisini yaşatan eylemiyle bir anlam kazandırmak zorundadır varoluşçuluğa göre: Öyleyse özgür insan, özellikle yazar, bir seçim yapmalı, bir şeye bağlanmalıdır: özgürlük de ancak bu seçim ve bağlanma ile bir biçim alabilir, varlığını sürdürebilir. Varoluşçu yazarlar da seçimlerini yapıp politikaya atılmışlar, olayların akışının kendi düşüncelerine uyan bir yon almasını sağlamak amacıyla bir yandan kamuoyunu oluşturan en etkin güçlerden gazeteciliğe el atarlarken, öte yandan da bağlantılı yazın ilkeleri doğrultusunda yapıtlar vermeye yönelmişlerdir. Albert Camus bir ara Combat gazetesinin başyazarı olmuş, kısa bir süre de Express’de görev almıştır. Jean-Paul Sartre Les Temps Modernes adlı dergiyi kurmuş, burada yazılar yayımlamış, Mezarsız Ölüler, Kirli Eller, Nekrassov gibi oyunlarında siyasal ve toplumsal konular sergilemiştir. Simone de Beauvour Les Temps Modernes’in yazı kurulu üyeler arasında yer almış, kadın sorunlarını irdeleyen yapıtları ile dikkatleri üzerine çekmiştir.
Şimdi tarih sayfalarına, l945’lere dönelim. Nazizmin, faşizmin güçlenip yayılması, sonra da İkinci Dünya Savaşının getirdiği çöküntü, geleneksel değerler sarsmış, yıkmıştır. Direniş’e katılmış olan varoluşçular, Nazi zihniyetine karşı koyamamış ve “saçma” üzerine kurulu felsefelerini bekleyen nihilizmden kendilerin kurtarma, yeni bir değerler sistemi geliştirme, o yılların umutsuzluk ortamında bir umut ışığı yakma, yeni bir hümanizma oluşturma çabasına girişirler. Metni sonradan kitap haline getirilen konferansında Jean-Paul Sartre, varoluşçuluğun bir hümanizma olduğunu haykırır.
1945-1950 yıllarının, yeni bir hümanizma getirdiğini söyleyen Tanrıtanımayan varoluşçuluğu büyük tartışmalara yol açar. Hem idealizmden, hem de materyalizmden kurtulmayı amaçlayan, ama içinde bunların her ikisinden de öğeler barındıran bu felsefe hem sağın, hem solun yıldırımlarını üstüne çeker. Sağ kesim Jean-Paul Sartre’ın gizli bir komünist olduğunu ileri sürer; sol kesim ise yıkılmakta olan burjuvaziyi bir süre daha ayakta tutabilecek yeni payandalar aradığını, Hristıyan varoluşçuluk onu din ve ahlak değerlerini yerle bir etmeye kalkışmakla suçlar. En şiddetli saldırılar Marksistlerden gelir. Georges Lukacs, Jean-Paul Sartre’ın girişimini idealizm ile diyalektik materyalizm arasında çıkmaza giden bir “üçüncü yol” peşinde boşuna koşma olarak niteler. Bu arada, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Maurice Merleau-Ponty, marksizmle varoluşçuluğun bir bireşimini yapmaya girişirler.
Jean-Paul Sarte Özgürlüğün Yolları’nda, Albert Camus Veba’da, başkalarının verdiği bir karar sonucu gelen felaketlere sessizce boyun eğmeye karşı çıkan bu varoluşçu hümanizmayı alegorik bir biçimde dile getirirler bir bakıma. Ama bu iki düşünürün hümanizmaları birbirinden uzaklaşmaya başlar yavaşa yavaş: Albert Camus, durum ne olursa olsun, şiddete “hayır” derken Jean-Paul Sartre gerektiğinde buna başvurmada hiçbir sakınca görmez. Soğuk savaşın, giderek Fransa’yı Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında bir seçim yapma tehlikesiyle yüz yüze getirdiğinde buna tepkileri de değişik olur. Rusya’da çalışma kamplarının varlığı ile Stalin üzerinle tartışmalar ve Kore Savaşı varoluşçuların düşünce ve eylem birliğini yok eder. Ölçülü bir “başkaldırma” ile yetinen Albert Camus, Başkaldıran İnsan’da sonu devlet terörüne vardığı gerekçesiyle tarihteki büyük devrimleri kınar. Jean-Paul Sartre yazını hemen hemen bir yana bırakır. 1951’de oynanan Şeytan ve Yüce Tanrı’dan sonra bu alanda iki piyes (Nekrassov, Altana Pusları) ile Sözcükler’i ve Flaubert incelemsini yayımlar sadece. Politikaya daha çok dalar, devrimden yana bir yol izler; Marksistlere, komünistlere yaklaşır.
Varoluşçulardan birbirlerine benzemeye farklı sesler yükselmektedir. Bu yüzden 1945’lerdeki gibi etkileyici, sürükleyici olamamaktadırlar artık. Olaylara katılmak, tarihe yön vermek, çağı kucaklamak için aşağı yukarı on, on beş yıl önce kolları sıvayan bu varoluşçu düşünürlerin hayal kırıklıklarını, başarısızlıklarını Simoe de Beauvöir Les Mandarins adlı yapıtında sergiler.
1955’lerde sonra varoluşçuluk sönmeye yüz tutar. Albert Camus’nun Cezayir Savaşı sırasında oradaki Fransızlardan vazgeçemediği gibi, sömürgeciliği de onaylayamadığından, bu savaş karşısında kendisinden beklenen tavrı alamayıp susması onu yalnızlığa iter. Jean-Paul Sartre
İse, l958’de, çağımızın aşılmamış gerçek felsefesi diye nitelediği marksizmin bir yana bıraktığı bireyin sorunlarını ele alıp çözümlemeye başlayınca, artık sade bir “ideoloji” olarak gördüğü varoluşçuluğun kendiliğinden ortadan kalkacağını açıklar.
Albert Camus ile Maurice Merleau-Ponty’nin l960’ta ölümlerinden sonra yayımlanan Simone de Beauvoir’ın anıları, Jean-aul Sartre’ın Sözcükler’i ile Paul Nizan ve Merleau-Ponty üzerine yazdıkları, eski gücünü yitirmiş, modası çoktan geçmiş varoluşçuluğun geriye dönüp yaptıklarına, yapamadıklarına göz atmasıdır bir bakıma. Kişinin sorunlarına çözüm arayan, kültür, tarih konularını irdeleyen, çağını kucaklamak isteyen, düşünür ve eylemci yönleriyle, kimilerince örnek alınan ya da kendinden söz ettiren, varoluşçuluğun görkemli bir dönemden sonra başarısızlıklarına, çıkmazlarına, dağılışına tanık olan Jean-Paul Sartre günümüzde de okunmakta, saygı görmektedir.
Yabancı – Albert Camus
Edebiyat Akımları – Seyit Kemal Karaalioğlu
Türk Dili (Aylık Dil ve Yazın Dergisi- Yazın Akımları Özel Sayısı 2. Baskı Ocak l981 Sayı 349
Yazın ile Felsefen Eylemde Buluşması – Ekrem Aksoy – Varoluşçuluk