Düşleri Aşmak İçin Araçlar - Osho, lütfen bize, insanı düş...
Related discussions
-
BİLİNÇ ALTI ÇALIŞMASI-DEĞİŞİME GÜVEN
Meraba :) sayfaya yeni üye oldumda bilinçaltı çalışmasının nasıl yapıldığı ile ilgili bir link var mı sayfada ?
1 reply Posted in Her Telden :)
-
Renk Terapi - Renkler Ve Giyim
0 Replies Posted in Her Telden :)
- Demedim mi? - Şiir
Soru : Osho, lütfen bize, insanı düş görürken bilinçli kılan öteki etmenleri açıklar mısın?
Meditasyonla ilgilenen herkes için önemli bir sorudur bu, çünkü meditasyon düş görme sürecinin aşılmasıdır. Sen hep düş görüyorsun… Yalnızca geceleri değil, yalnızca uyurken değil; tüm gün düş görüyorsun. Anlaşılması gereken ilk nokta budur. Uyanıkken, hala düş görüyorsun. Günün herhangi bir anı gözlerini kapa. Bedenini gevşet. Düş gördüğünü hissedeceksin. Düşlemek yok edilemez, yalnızca gündelik eylemlerle bastırılır. Gündüz görülmeyen yıldızlar gibidir. Yıldızları gece olunca görürsün.Gündüz göremezsin, ama onlar hep oradadır. Yalnızca günışığı tarafından bastırılmışlardır.
Derin bir kuyuya inersen, o zaman gündüz olsa bile, gökyüzündeki yıldızları görebilirsin. Yıldızları görmek için belirli bir karanlığa ihtiyaç vardır. Bu yüzden derin bir kuyuya in ve dipten bak, o zaman yıldızları gündüz de görürsün. Yıldızlar oradadır. Yalnızca geceleyin var olduklarını söyleyemezsin, onlar hep oradadır. Geceleyin onları kolaylıkla görebilirsin. Gündüz onları göremezsin, çünkü gün ışığı engel olur.
Düş görme için de bu durum geçerlidir. Yalnızca uyurken düş görmezsin, uykuda düşleri kolaylıkla hissedersin, çünkü gündüzün hareketliliği orada değildir; böylece içsel hareketlilik görülebilir ve hissedilebilir. Sabah kalktığında, sen dışsal olarak hareket etmeye başladığında düşler içeride eylemlerine devam eder.
Bu hareket süreci, gündelik eylemler, düş görmeyi baskılar. Düşler oradadır. Gözlerini kapa, bir koltukta gevşe, böylece aniden hissedebilirsin. Yıldızlar oradadır; hiçbir yere gitmemişlerdir. Düşler daima oradadır. Daimi bir hareketlilik vardır.
İkinci nokta: Düş görme devam ediyorsa, gerçekten uyanık olduğun söylenemez. Geceleri daha fazla uykudasın, gündüz daha az uykudasın. Fark görecelidir, çünkü düş görme oradaysa, gerçekten uyanık olduğun söylenemez. Düşler bilincinin üzerinde film gibi bir tabaka yaratır. Bu film dumana benzer… Onunla çevrelenirsin. Gece ya da gündüz, düş görürken gerçekten uyanık olamazsın. Bu yüzden ikinci şey; tamamen uyanık olabilmek için, düşlerden tamamen arınmak gerekir.
Buda’ya uyanmış deriz. Bu uyanış nedir? Bu uyanış, aslında içsel düşlerden arınmadır. Düşlediğin bir şey yoktur. Orada hareket edersin, ama düşlemezsin. Düşlerinden sıyrıldığında, yıldızların olmadığı bir gökyüzü gibi, katışıksız olursun.
Bu katışıksızlık, saflık, masumiyet; bu düş görmeyen bilinç, aydınlanma olarak bilinen şeydir: Uyanış… Yüzyıllardır, Doğu’da ya da Batı’da bütün dünyadaki tinsellik, insanın uykuda olduğunu söylemektedir. Bunu İsa söyler, Buda söyler, Upanishadlar bundan bahseder: İnsan uykudadır. Bu yüzden geceleyin uyurken, yalnızca göreceli olarak daha fazla uykudasın. Ama tinsellik insanın uykuda olduğunu söyler. Bunun anlaşılması gerekir.
Bununla ne kastedilir? Gurdjieff, bu yüzyılda, insanın uykuda olduğu gerçeğini vurguladı. “Aslında, insan bir tür uykudur. Herkes derin uykudadır.”
Bunu söylemesinin sebebi nedir? Kim olduğunu bilemezsin, hatırlayamazsın. Kim olduğunu biliyor musun? Sokakta biri ile karşılaşır ve ona kim olduğunu sorarsan, o da sana yanıt veremezse ne düşünürsün? Adamın ya deli, ya sarhoş ya da uykuda olduğunu düşünürsün.Kim olduğu sorusunu yanıtlayamazsa, onun hakkında ne düşünürsün? Tinsel yolda herkes böyledir. Kim olduğun sorusunu yanıtlayamazsın.
Gurdjieff, İsa ya da başka biri insanın uykuda olduğunu söylediği zaman ilk anlam budur: Kendinin bilincinde değilsin. Kendini bilmiyorsun; kendinle hiç karşılaşmadın. Nesnel dünyada pek çok şey biliyorsun, ama özneyi bilmiyorsun. Zihninin durumu, bir film görmeye gitmişsin gibi. Ekranda film akıp geçiyor ve sen ona öyle dalmışsın ki tek bildiğin şey film, hikaye, ekranda ne görünüyorsa o. Sonra biri sana kim olduğunu soyuryor ve sen hiçbir şey söyleyemiyorsun.
Düş görme tıpkı film gibidir… Yalnızca film! Zihnin dünyayı yansıtmasıdır. Zihnin aynasında dünya yansıtılır; düş görme budur işte. Ve sen ona o kadar dalmışsın ki, onunla o kadar özdeşleşmişsin ki, kim olduğunu tamamen unutmuşsun. Uykuda olmanın anlamı budur. Düş gören düşün içinde kaybolmuştur. Kendin dışında her şeyi görürsün; kendin dışında her şeyi hissedersin; kendin dışında herşeyi bilirsin. Kendin hakkındaki bu cahilliğin bir şeşit uykudur. Düş görme tamamen kesilmediği sürece kendine uyanamazsın.
Bazen hissetmişsindir, üç saat boyunca bir filme baktıktan sonra, aniden film durur ve kendine gelirsin. Üç saat geçtiğini hatırlarsın, bunun yalnızca bir film olduğunu hatırlarsın. Gözyaşlarını hissedersin; film senin için bir trajedi olduğundan, ağlıyordun ya da kahkahalar atıyordun veya başka bir şey yapıyordun; şimdi ise kendine gülüyorsun. Nasıl saçmaladın! Bu yalnızca bir filmdi, yalnızca bir hikayeydi. Ekranda hiç bir şey yoktu. Yalnızca bir ışık ve gölge oyunu, yalnızca elektriksel bir oyun. Şimdi gülüyorsun: Kendine geldin. Ama bu üç saat boyunca neredeydin?
Kendi merkezinde değildin. Tamamen çepere gitmiştin. Oraya, filmin oynadığı yere gitmiştin. Kendi merkezinde değildin; kendinde değildin. Başka bir yerdeydin.
Düş görmek de böyledir: Film yalnızca üç saat sürer, ama bu düş görme ömürler, ömürler, ömürler boyunca sürer. Düş görme aniden dursa bile kim olduğunu farkedemezsin. Aniden çok soluk hissedersin, hatta korkarsın. Yine filme dönmeye çalışırsın, çünkü o tanıdıktır. Ona aşinasın, ona alışıksın.
Çünkü düş görme olduğu zaman bir yol vardır, özellikle Zen’de; bu yol, ani aydınlanma yolu olarak bilinir. Bu yüz on iki tekniğin içinde sana ani uyanış verebilecek teknikler var, ama bunlar sana tahammülü güç gelebilir, patlayabilirsin, hatta ölebilirsin, çünkü öylesine uzun süre düşün içinde yaşamışsındır ki, düş yokken kim olduğun hakkında hiçbir anın da yoktur.
Bütün bu dünya aniden yok olsa ve yalnızca sen kalsan, bu öylesine büyük bir şok olur ki ölebilirsin bile. Düşler aniden bilincinden kaybolduğunda da aynısı olur: Dünyan yok olur… Çünkü dünyan düşlerinden oluşuyordu.
Biz aslında dünyada değiliz. Daha doğrusu, “dünya” bizim dışımızdaki şeylerden değil düşlerimizden oluşuyor. Bu yüzden herkes kendi düş dünyasında yaşıyor.
Unutma, biz tek bir dünyadan bahsetmiyoruz. Coğrafi olarak tek bir dünya vardır, ama psikolojik olarak, zihin sayısı kadar dünya vardır. Her zihnin kendi dünyası vardır. Ve düşlerin yok olursa, dünyan da yok olur. Düşler olmadan yaşaman güçtür. İşte bu yüzden genelde ani yöntemler kullanılmaz, yalnızca yavaş yavaş değişim sağlayan yöntemler kullanılır.
Şunu bilmek iyidir: Yavaş yavaş değişim sağlayan yöntemler, onlara ihtiyaç olduğundan var değildir. Şu anda, aniden fark edebilirsin. Bir engel yoktur; bir engel hiç olmamıştır. Sen zaten o farkedişsin, şu an bu farkedişi anlayabilirsin ama bu tehlikeli ölümcül olabilir. Senin için fazla olur.
Sen yalnızca sahte düşlere alışıksın. Gerçeklikle yüzleşemezsin; onunla karşılaşamazsın. Sen bir sera bitkisisin; düşlerinde yaşarsın. Onlar pek çok açıdan sana yardımcı olur. Onlar yalnızca düş değildirler, senin için gerçektirler.
Yavaş yavaş değişim sağlayan yöntemler, fark ediş zaman aldığı için kullanılmaz. Fark edişin zamana ihtiyacı yoktur! Fark edişin zamana hiç ihtiyacı yoktur. Fark ediş gelecekte erişilen bir şey değildir, ama yavaş yavaş değişim sağlayan yöntemlerle, gelecekte erişebileceksin. O zaman yavaş yavaş değişim sağlayan yöntemler ne yapıyor? Onlar aslında senin “fark edişi fark etmene” yardım etmiyorlar, onlar senin tahammül etmene yardım ediyorlar. Onlar seni güçlü kılıyorlar, o kapasiteyi edinmeni sağlıyorlar ki fark ediş anında buna tahammül edebilesin.
Hemen aydınlanmanı sağlayan yedi yöntem vardır, ama bu yöntemlerin sonuçlarını kaldıramazsın; çok fazla ışık yüzünden kör olabilirsin veya sevinçten ölebilirsin.
Bu düşler, içinde bulunduğumuz bu derin uyku, nasıl aşılabillir? Onu anlamakta bu soru anlamlıdır: Lütfen bize, insanı düş görürken bilinçli kılan öteki etmenleri açıklar mısın? İki yöntemden daha bahsedeceğim. Birini zaten anlatmıştım; şimdi anlatacaklarımsa çok daha kolay.
Yöntemlerden biri; hareket etmeye başlamak, tüm dünya bir düşmüş gibi davranmak. Her ne yapıyorsan, bunun bir düş olduğunu hatırla. Yemek yerken, bunun bir düş olduğunu hatırla. Yürürken, bunun bir düş olduğunu hatırla. Bırak uyanıkken zihnin daima herşeyin düş olduğunu hatırlasın. Dünyaya maya, yanılsama, düş dememizin sebebi bu. Bu, felsefi bir sav değil.
Ne yazık ki , Shankara İngilizce’ye, Almanca’ya, Fransızca’ya, Batı dillerine çevrilirken, yalnızca bir filozof olduğu düşünüldü. Bu pek çok yanlış anlamaya yol açtı. Batı’da dünyanın yalnızca bir düş olduğunu, zihnin bir yansıması olduğunu söyleyen filozoflar var; örneğin Berkeley. Ama bu felsefi bir teori. Berkeley onu hipotez olarak sunuyor.
Shankara dünyanın bir düş olduğunu söylerken, bunu yalnızca felsefi bir sav, bir teori olarak sunmuyor. Shankara onu bir yardım, özel bir meditasyon için bir destek olarak sunuyor. Ve meditasyon şu: Düş görürken bunun bir düş olduğunu hatırlamak istiyorsan, işe uyanıkken başlayacaksın. Normalde, düş görürken bunun bir düş olduğunu hatırlayamazsın; bunun gerçek olduğunu sanırsın.
Neden bunun gerçek olduğunu sanırsın? Çünkü bütün gün her şeyin gerçeklik olduğunu düşünüp durmuşsundur. Bu bir tavır haline gelmiştir, sabit bir tavır. Uyanıkken banyo yaparsın… Gerçektir. Uyanıkken yemek yersin… Gerçektir. Uyanıkken bir arkadaşınla konuşursun… Gerçektir. Bütün gün, tüm yaşam, her ne düşünüyorsan, tavrın bunun gerçek olduğu yönündedir. Bu, sabit hale gelir; zihninde sabit bir tavır olur.
Bu yüzden, gece düş görürken aynı tavır işlemeye devam eder ve bunun gerçek olduğunu düşünürsün. Bu yüzden, ilk önce analiz edelim. Düş görme ile gerçeklik arasında bir benzerlik olmalı; aksi halde bu tavır biraz güç olurdu.
Seni görüyorum. Sonra gözlerimi kapatıyorum, düşlere dalıyorum ve seni düşümde görüyorum. İki görüşte bir fark yok. Seni görürken aslında ne yapıyorum? Resmin gözlerime yansıyor. Seni görmüyorum. Resmin gözlerime yansıyor ve sonra o resim gizemli süreçlerle dönüşüyor… Ve bilim hala bunun nasıl olduğunu açıklayacak durumda değil. O resim kimyasal olarak dönüşüyor ve kafanın içinde bir yere taşınıyor, ama bilim nereye olduğunu söyleyemiyor… Bu şeyin tam olarak nerede olduğunu. Gözlerde değil; gözler yalnızca pencere. Seni gözlerimle görmüyorum, seni gözlerim aracılığı ile görüyorum.
Gözlerde yansıyorsun. Sen yalnızca bir resim olabilirsin; gerçek de olabilirsin, bir düş de. Hatırla, düşler üç boyutludur. Bir resmi tanıyabilirim, çünkü bir resim iki boyutludur. Düşlerse üç boyutludur, bu yüzden bir düşün içinde sen gerçek gibi görünürsün; bu nedenle de gözler, gördüklerinin gerçek olup olmadığını anlayamaz.
Sonra resim kimyasal mesajlara dönüştürülür. O kimyasal mesajlar elektrik dalgaları gibidir; kafada bir yere giderler. Gözlerin görme yüzeyi ile nerede temas ettiği hala bilinmemektedir. Sana yalnızca dalgalar ulaşır ve sonra şifreleri çözülür. Sonra onların şifresini çözer böylece neler olduğunu anlarsın.
Ben hep içerideyim ve sen hep dışarıdasın; bir karşılaşma olmaz. Bu yüzden, senin gerçek ya da düş olman bir sorundur. Şu an bile, düşte miyim, yoksa sen gerçekten orada mısın, anlamanın yolu yoktur. Beni dinlerken, beni gerçekten dinlediğini, bir düşte olmadığını nereden bilebilirsin? Yolu yoktur. İşte bu yüzden bütün gün taşıdığın tavır geceye de taşınır. Ve düş görürken onu gerçek olarak kabul edersin.
Tersini dene; Shankara’nın kastettiği budur. Tüm dünyanın bir yanılsama olduğunu söyler, tüm dünyanın düş olduğunu söyler… Bunu hatırla. Ama biz aptal insanlarız. Shankara, “Bu bir düş.” derse, biz “Herhangi bir şey yapmaya ne gerek var? Bu yalnızca bir düşse, o zaman yemek yemeye gerek yok. Neden yemek yemeye devam edelim ve bunun bir düş olduğunu düşünelim? Yeme!” deriz. Ama o zaman hatırla: Açlık hissettiğin zaman, bu bir düştür. Ya da ye ve fazla yediğin zaman, hatırla, bu bir düştür.
Unutma, Shankara sana düşü değiştirmeni söylemiyor, çünkü düşü değiştirme çabası yine yanlış olarak onun gerçek olduğu inancına dayalıdır; aksi halde herhangi bir şeyi değiştirme ihtiyacı olmazdı. Shankara yalnızca, her durumda, bunun bir düş olduğunu söylüyor.
Şunu hatırla: Onu değiştirmek için hiçbir şey yapma, yalnızca daima onu hatırla. Üç hafta boyunca, devamlı, her ne yapıyorsan, bunun yalnızca bir düş olduğunu hatırlamaya çalış. Başlangıçta çok güçtür. Tekrar tekrar zihnin eski düzenine döneceksin, bunun gerçeklik olduğunu düşünmeye başlayacaksın. Durmadan kendine “Bu bir düş,” diye hatırlatmak için uyanmak zorunda kalacaksın. Üç hafta boyunca, bu tavrı koruyabilirsen, herhangi bir gece, düş görürken, aniden anlayacaksın: “Bu bir düş.”
Bilincinle, farkındalığınla düşlere işlemenin bir yolu bu. Geceleyin, düş görürken bunun bir düş olduğunu hatırlayabiliyorsan, gündüz de bunun bir düş olduğunu hatırlamak için çaba göstermen gerekmeyecek. O zaman bileceksin.
Başlangıçta, bunu çalışırken, yalnızca bir aldatmaca olacak. Yalnızca inanarak başlayacaksın: “Bu bir düş.” Ama düşte bunun düş olduğunu hatırlayabildiğin zaman, gerçeklik olacak. O zaman gündüz, kalktığın zaman uykudan kalktığını hissetmeyeceksin, bir düşten diğerine kalktığını hissedeceksin. O zaman gerçeklik olacak. Ve yirmi dört saatin tamamı düş olduğunda ve onu hissedip anlayabildiğinde, kendi merkezinde duruyor olacaksın.
Düşlerini hissediyorsun; onları düş olarak hissettiğin zaman düş göreni de hissetmeye başlayacaksın: Özneyi. Düşleri gerçek olarak kabul ettiğin zaman özneyi hissedemezsin. Film gerçek olmuşsa, kendini unutursun. Film durduğu zaman, bunun gerçek olmadığını anlarsan, gerçekliğin dışarı fışkırır, kendini hissedebilirsin.
Bu, eskiden beri kullanılan bir hint yöntemidir. İşte bu yüzden dünyanın gerçek olmadığı konusunda ısrar ediyoruz. Felsefi olarak, demek istemiyoruz; bu evin gerçek olmadığını, duvarlarından geçilebileceğini söylemiyoruz. Bunu kastetmiyoruz! Bu evin gerçek olmadığını söylediğimiz zaman, bu bir araçtır. Bu eve karşı bir sav değildir.
Berkeley tüm dünyanın yalnızca bir düş olduğunu öne sürdü. Bir gün, sabahleyin, Dr. Johnson ile yürüyorlardı. Dr. Johnson katı bir gerçekçiydi, bu yüzden Berkeley dedi ki: “Teorimi duydun mu? Üzerinde çalışıyorum. Tü dünyanın gerçekdışı olduğunu, gerçekliğinin kanıtlanamayacağını hissediyorum. Ve kanıtlama sorumluluğu, onun gerçek olduğunu söyleyenlere düşer. Yalnızca düşlerden oluşuyor.” Johnson bir filozof değildi, ama çok kurnaz, mantıklı bir zihne sahipti.
Sokaktadırlar; sabahleyin, çok ıssız bir sokakta yürüyorlardı. Sonra Johnson eline bir taş alır ve Berkeley’in bacağına hızla vurur. Kan akar ve Berkeley çığlık atar. Johnson şöyle der: “Taş yalnızca bir düşse neden bağırıyorsun? Ne dersen de, taşın gerçekliğine inanıyorsun. Sen bir şey söylüyorsun, davranışların başka, zıt bir şey söylüyor. Evin yalnızca bir düşse, sen nereye dönüyorsun? Sabah yürüyüşünden sonra nereye dönüyorsun? Karın yalnızca bir düşse, onunla bir daha karşılaşmayacaksın.”
Gerçekçiler hep bu şekilde tartışmıştır, ama Shankara ile bu şekilde tartışamazlar, çünkü onunki felsefi bir teori değildir. Gerçeklik hakkında bir şey söylemez; evren hakkında hiçbir şey öne sürmez. Yaklaşım, bu zihni değiştirmek için, temel, sabit tavrını değiştirmek için bir araçtır; böylece dünyaya tamamen farklı bir açıdan bakabilirsin.
Hint düşüncesi için her şey meditasyon için bir araçtır. Hint düşüncesi bir şeyin doğru ya da yanlış olması ile ilgilenmez; insanı dönüştürmekte kullanılıp kullanılamayacağı ile ilgilenir.
Batı zihninde çok farklıdır bu. Onlar bir teori öne sürdükleri zaman, onun doğru olup olmadığıyla, mantıksal olarak kanıtlanıp kanıtlanamayacağıyla ilgilenirler. Biz bir şeyi öne sürersek, onun doğruluğu ile ilgilenmeyiz; biz faydalılığı ile ilgileniriz, kapasitesi ile ilgileniriz, insan zihnini dönüştürme kapasitesi ile. Doğru olabilir de, olmayabilir de. Aslında, ikisi de değildir… Yalnızca bir araçtır.
Dışarda çiçekler vardır. Sabahleyin güneş doğar ve her şey çok güzeldir. Sen hiç dışarıya çıkmadın, sen hiç çiçekleri görmedin ve sen hiç sabah güneşini görmedin. Sen hiç açık gökyüzü görmedin; güzelliğin ne olduğunu bilmiyorsun. Kapalı bir hapishanede yaşıyorsun. Ben seni dışarı çıkarmak istiyorum. Açık gökyüzünün altında durmanı, o çiçeklerle tanışmanı istiyorum. Bunu nasıl yapacağım?
Sen çiçekleri tanımıyorsun. Ben çiçeklerden bahsettiğim zaman, sen, “Bu adam delirmiş. Çiçek falan yok,” diye düşünüyorsun. Ben sabah güneşinden bahsettiğim zaman, “Bu adam hayalci. Hayaller ve düşler görüyor. O bir şair,” diye düşünüyorsun. Ben açık gökyüzünden bahsettiğim zaman gülüyorsun ve şöyle diyorsun: “Açık gökyüzü nerede? Yalnızca duvarlar, duvarlar ve duvarlar var.”
O zaman ne yapmalıyım? Senin anlayabileceğin, senin dışarı çıkmana yardımcı olacak bir şey ayarlamalıyım, bu yüzden evin yandığını söylüyorum ve dışarı koşmaya başlıyorum. Sen de peşimden koşuyorsun ve dışarı çıkıyorsun. Sonra dediğim şeyin doğru ya da yanlış olmadığını anlıyorsun. Yalnızca bir araçtı bu. Sonra çiçekleri görüyorsun ve ancak o zaman beni affedebiliyorsun.
Buda bunu yapıyordu, Mahavira bunu yapıyordu, Şiva bunu yapıyordu, Shankara bunu yapıyordu. Onlar hep affedilir, çünkü bir kez dışarı çıkınca, onların ne yaptığı anlaşılır. Ve o zaman onlara ititraz etmenin faydasız olduğu da anlaşılır, çünkü artık tartışacak bir şey kalmamıştır. Hiç bir yerde yangın yoktur, ama bu, dışarıya çıkarılman için söylenmiştir, çünkü anladığın dil budur. Dışarda çiçekler vardır, ama sen çiçeklerin dilini anlamadığından o simgeler senin için anlamsızdır.
Bir yolu budur. Bir de, diğer uçta bir yöntem vardır. Bu iki yöntem, iki zıt kutup gibidir. Birincisi, her şeyin düş olduğunu hissetmeye başlamak, hatırlamaktır. Diğeri, dünya hakkında hiçbir şey düşünmemek, yalnızca senin olduğunu hatırlamaktır.
Gurdjieff bu ikinci yöntemi kullandı. Bu ikinci yöntem İslam’dan, Sufi geleneğinden gelir. Onlar çok derinlemesine çalışmışlardır. “Ben”i hatırla… Her ne yapıyor olursan ol. Su içiyorsun, yemek yiyorsun; hatırla: “Ben varım.” Yemeye devam et ve hatırlamaya devam et: “Ben varım, ben varım.” Bunu unutma! Zordur, çünkü var olduğunu zaten bildiğini düşünürsün, bu yüzden bunu hatırlayıp durmanın ne gereği vardır?
Yürüken hatırla: “Ben varım.” Bırak yürüyüş orada olsun, yürümeye devam et, ama bu kendini hatırlayışa sabitlen daima: “Ben varım, ben varım, ben varım.” Bunu unutma. Beni dinliyorsun… Burada yap. Beni dinliyorsun. O kadar karışma, dalma, özdeşleşme. Ben her ne diyorsam, hatırla, hatırlamaya devam et. Dinleyiş oradadır, sözcükler oradadır, biri konuşuyor, sensin… “Ben varım, ben varım, ben varım.” Bırak bu “ben varım” daimi bir farkındalık faktörü olsun.
Çok güçtür. Tek bir dakika boyunca bile hatırlayamazsn. Dene. Saatini gözlerinin önüne koy ve kolların hareket etmesine bak. Bir saniye, iki saniye, üç saniye… Ona bakmaya devam et. İki şey yap: Saniyeleri gösteren kolun hareketine bak ve daima hatırla, “Ben varım, ben varım.” Her saniye ile hatırla, “Ben varım” Beş, altı saniye sonra unuttuğunu hissedeceksin. Aniden hatırlayacaksın: “Saniyeler geçti ve ben ‘ben varım’ı hatırlayamadım.”
Tek bir dakika boyunca hatırlamak bile mucizedir. Ve bir dakika boyunca hatırlayabilirsen, teknik sana uygundur. O zaman yap. Onun aracılığı ile düşlerin ötesine geçmeyi, düşlerin düş olduğunu bilmeyi başarabileceksin.
Nasıl işe yarıyor? Bütün gün “Ben varım,” diye hatırlamayı başarabilirsen, bu hatırlayış uykuna da işler. Ve düş görürken, devamlı hatırlarsın: “Ben varım.” Düşte “Ben varım”ı hatırlayabilirsen, düş yalnızca bir düş olur. O zaman düş seni aldatamaz, o zaman gerçeklikmiş gibi hissedilemez. Mekanizma şudur: Düş gerçeklik gibi hissedilir, çünkü sen kendini hatırlayışı gözden kaçırıyorsun; “Ben varım”ı gözden kaçırıyorsun. Kendini hatırlayış yoksa, o zaman düşler gerçeklik oluyor. Kendini hatırlayış varsa, o zaman gerçeklik, sözde gerçeklik yalnızca bir düş halini alıyor.
Düş ile gerçeklik arasındaki fark budur. Meditasyon yapan zihin için ya da meditasyon bilimi için, tek fark budur. Sen varsan, o zaman tüm gerçeklik yalnızca bir düştür. Sen yoksan, o zaman düş gerçeklik olur.
Nagarjuna şöyle der: “Şimdi ben varım, çünkü dünya yok. Ben yokken dünya vardı. Yalnızca biri var olabilir.” Bu, dünyanın yok olduğu anlamına gelmez. Nagarjuna bu dünyadan bahsetmiyor, düşler dünyasından bahsediyor. Ya sen var olabilirsin ya da düşler… İkisi birden var olamaz.
Bu yüzden ilk adım, ”Ben varım”ı daima hatırlamak olacak, “Ben varım.” Ve “Rama,” deme, “Shyam,” deme. Herhangi bir isim kullanma, çünkü sen bu değilsin. Yalnızca “Ben varım”ı kullan.
Bunu her eylemde kullan ve hisset. İçerde ne kadar gerçek olursan, çevrendeki dünya o kadar gerçekdışı olur. Gerçeklik “ben” olur ve dünya gerçekdışı olur. Ya dünya gerçektir ya da “ben”… İkisi birden gerçek olamaz. Sen şimdi yalnızca bir düş olduğunu hissediyorsun; o zaman dünya gerçek. Vurguyu değiştir. Gerçek ol, o zaman dünya gerçek dışı olur.
Gurdjieff sürekli bu yöntem üzerinde çalıştı. Baş müridi, P.D. Ouspensky, Gurdjieff’in bu yöntemle onun üzerinde çalışmasını anlatır. Üç ay sürekli, bu “Ben varım, ben varım, benvarım”ı hatırlamaya çalışmış ve üç ay sonra her şey durmuş. Düşünceler, düşler, her şey durmuş. İçerde, ebedi bir müzik gibi, tek bir şey kalmış: “Ben varım, ben varım, ben varım, ben varım.” Çaba sonucu da değilmiş. Kendiliğinden devam eden bir eylemmiş bu: “Ben varım.” Sonra Gurdjieff, üç ay boyunca evden çıkmasına izin vermediği Ouspensky’yi evin dışına çağırmış.
Sonra Gurdjieff, “Benimle gel,” demiş. Tiflis’te kalıyorlarmış. Sokağa çıkmışlar. Ouspensky günlüğüne şöyle yazmış: ”İlk defa, insanın uykuda olduğunu söylerken İsa’nın neyi kastettiğini anladım. Tüm şehir bana uykudaymış gibi geldi. İnsanlar uykularında hereket ediyorlardı; tüccarlar uykularında satış yapıyorlardı; müşteriler uykularında alışveriş yapıyorlardı. Tüm şehir uyuyordu. Gurdjieff’e baktım: Yalnızca o uyanıktı. Tüm şehir uyuyordu. Kızgındılar, kavga ediyorlardı, aşık oluyorlardı, bir şey satın alıyor veya satıyorlardı, her şeyi yapıyorlardı.”
Ouspensky der ki: “Artık yüzlerini görebiliyordum, gözlerini görebiliyordum: Uyuyorlardı. Orada değildiler. İçsel merkezleri yoktu; orada değildi.” Ouspensky Gurdjieff’e der ki: “Şehre ne oldu? Herkes uyuyor, uyuşturulmuş gibi.”
Gurdjieff der ki: “Şehre hiç bir şey olmadı, sana bir şey oldu. Sen uyuşturucudan kurtuldun; şehir aynı. Üç ay önce içinde dolaştığın yer, ama sen diğer insanların uyuduğunu göremiyordun, çünkü sen de uyuyordun. Artık görebiliyorsun, çünkü belli bir farkındalık niteliği kazandın. Üç ay durmaksızın ‘Ben varım’ı çalışarak, çok küçük ölçüde farkına vardın. Farkına vardın! Bilincinin bir kısmı düşlerin ötesine geçti. İşte bu yüzden herkesin uykuda, bir anlamda ölü olduğunu, hipnotize olmuş gibi, uyuşturulmuş gibi hareket ettiğini görebildin.”
Ouspensky düşünür: “Bu olguya dayanamıyorum… Herkes uyuyor! Her ne yapıyorlarsa, ondan sorumlu değiller. Yoklar ki! Nasıl sorumlu olabilirler?” Geri döner ve Gurjieff’e sorar: “Bu nedir? Bir şekilde aldatıldım mı? Bana bir şey mi yaptın ki bütün şehir uykuda gibi görünüyor? Kendi gözlerime inanamıyorum.”
Ama bu herkesin başına gelecek. Kendini hatırlayabilirsen, o zaman kimsenin kendini hatırlamadığını ve her insanın bu şekilde hareket ettiğini anlayacaksın. Bütün dünya uykuda. Ama sen uyanıkken başla. Hatırladığın her an, “Ben varım”a başla.
“Ben varım” sözcüklerini tekrarlaman gerektiğini söylemiyorum, daha çok, bunun verdiği duyguyu hisset. Banyo yaparken, “Ben varım” diye hisset. Sadece soğuk duşun dokunuşunu hisset ve “Ben varım”ı hatırla. Hatırla, sözel olarak “Ben varım” diye tekrarlaman gerektiğini söylemiyorum. Tekrarlayabilirsin ama o tekrarlama sana farkındalık vermez. Tekrarlama daha fazla uykuya sebeb olabilir. Pek çok şey tekrarlayan pek çok insan vardır. “Rama, Rama, Rama…” der dururlar ve farkındalık olmadan tekrarlıyorlarsa o zaman bu “Rama, Rama, Rama…” bir uyuşturucu olur. Onu kullanarak, onu tekrarlarken uyuyabilirler.
İşte bu yüzden Mahesh Yogi Batı’daki insanlar için çok cazip biridir, çünkü insanlara tekrarlayacakları mantralar verir. Ve Batı’da uyku çok ciddi bir sorundur. Batı’da insanlar ancak yatıştırıcılar ve ilaçlarla uyuyabilmektedirler. Mahesh Yogi’nin cazibesinin kaynağı, işte bu soruna dayanır. Çünkü durmaksızın bir şeyi tekrarlarsan, o tekrarlama bir süre sonra uykunu getirecektir.
Transandantal meditasyon, psikolojik bir yatıştırıcıdan başka bir şey değildir. Yalnızca bir yatıştırıcı. Uyumanı sağlar, ama bu bir meditasyon değildir. İyi uyuyabilirsin, daha sakin bir uyku çekebilirsin, ama bu bir meditasyon değildir. Durmaksızın bir sözcüğü tekrarlarsan, belli bir can sıkıntısına yol açar ve can sıkıntısı uyku getirir.
Annesinin rahmindeki çocuk dokuz ay boyunca uyur ve bunun sebebi yalnızca, annesinin kalbinin “tik-tak, tik-tak, tik-tak”larıdır. Kalp atışı, dünyadaki tekdüze şeylerden biridir. Aynı atış durmaksızın tekrarlanırken, çocuk uyuşur. Uyur durur.
İşte bu yüzden bir çocuk ağladığında, çığlıklar attığında annesi çocuğunu kucaklar ve başını kalbine dayar; çocuk, annesinin kalp atışları sayesinde kendini iyi hisseder ve uykuya dalar. Çocuk bu sayede yeniden annesinin rahminin bir parçası olur. İşte bu yüzden, bir çocuk olmasan bile, başını eşinin, sevgilinin yüreğine dayadığın zaman, tekdüze atıştan dolayı kendini uykulu hissedersin.
Psikologlar, uyuyamıyorsan, saate yoğunlaşmanı önerir. Saatin tik-tak, tik-taklarına yoğunlaş. Saat yürek atışını tekrarlar ve sen uykuya dalarsın. Tekrarlayan her şeyin uyumaya faydası olur.
Bu yüzden de, “Ben varım… Ben varım”ı hatırlamak, sözel bir mantra değildir. Sözel olarak tekrarlanmayacaktır. Onu hisset! Varlığına karşı duyarlı ol. Birinin eline dokunduğun zaman, yalnızca eline dokunma, dokunuşunu da hisset, kendini de hisset… Burada, bu dokunuşta olduğunu, tamamen orada olduğunu hisset. Yemek yerken, yalnızca yeme, kendini yemek yerken hisset. Bu duygu, bu duyarlılık zihninde gittikçe derinlere işlemelidir.
Bir gün, aniden, ilk defa işlemeye başlayan merkezinde uyanırsın. Ve o zaman tüm dünya bir düş olur, o zaman düşlerinin düş olduğunu anlarsın. Ve düşlerinin düş olduğunu anladığın zaman düşler kesilir. Ancak gerçekmiş gibi hissedilirken düşler sürebilir; gerçekdışıymış gibi hissedildiği zaman kesilir.
Ve içindeki düş görme durduğu zaman, yeni bir insan olursun. Eski insan ölür; uyuyan insan ölür. Eskiden olduğun insan artık yoktur. İlk defa farkında olursun; ilk defa tüm dünya uykudadır ve sen uyanıksındır. Buda olursun; uyanmış olan.
Bu uyanıştan sonra üzüntü olmaz, bu uyanıştan sonra ölüm olmaz, bu uyanış sayesinde korku yoktur. İlk defa, her şeyden bağımsız olursun. Uykudan bağımsız, düşlerden bağımsız olmak, herşeyden bağımsız olmaktır. Özgürlük kazanırsın. Nefret, öfke, açgözlülük yok olur. Yalnızca aşk olursun. Aşık değil, yalnızca aşk olursun.