Related discussions

pınar Discussion started by pınar 14 years ago

"Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi ve Rab dedi, Yaratığım adamı ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim, çünkü onları yaptığıma pişman oldum. Fakat Nuh, Rab’ın gözünde inayet buldu." Eski Ahit, Tekvin Bap 6

Tufan
Bir çok eski metinde ve halen eski geleneklerini koruyan toplulukta kadim geçmiş ile ilgili ortak bir efsane vardır. Yıllardır belirli temalar kulaktan ağza dolaşıyor, çeşitli eserlere işleniyordu. Bunlara göre, bir zamanlar dünyada farklı bir düzen varmış. Bilmediğimiz ülkeler, kalabalık şehirler ve farklı kültürler varmış. Bir gün kıyamet kopmuş. Yanar dağlardan fışkıran alevli lavlar gök yüzüne kadar yükselmiş ve külleri güneşi örterek dünyayı karanlıklara boğarak yeryüzüne yavaş yavaş yağmış. Gökler kararmış, havalar soğumuş, şimşekler çarpışmış, kasırgalar insanları, ağaçları ve evleri uçurmuş, büyük depremler yerleri sarsmış. Ondan sonra sular basmış, sanki bütün okyanus karaya binmişti, dağları yutacak büyüklükte dalgalar karalara yumruk gibi inmiş. Şehirler sular altında kalmış, insanlar toplu halde boğulmuş. Tonlarca su gök yüzünden yağmış. Suların çekilmesi, gök yüzündeki kara lav bulutlarının dağılması ve yağmurun kesilmesi bazı yerlerde bir hafta sürmüş, bazı yerlerde kırk gün. Felaketten kurtulanlar dehşet içinde etraflarına bakmışlar. Kimisi gemilerdeydi, ama bunların pek azı, belki de tek bir gemi ile kurtulmuşlardı. Nuh, Utnapiştem, Manu, Deukalion, Cemşid, Bergelmer, Coxcox, Yao, tek bir şahısa verilen değişik adlar mı, yoksa her biri ayrı kişiler miydi? Bilemeyiz. Yeryüzünde değişik efsanelere göre tufandan kurtulanlar mağaralara inmişlerdi, yüksek dağlara, ağaçlara tırmanmışlardı, suda yüzen odunlara tutunarak kurtulmuşlardı. (1)
Böyle bir felaket gerçekten oldu mı? Yoksa anlatılanlar hayal ürünü mü? Her şeyden önce unutmamak gerekir ki, yakın zamana kadar Troya (Truva), Pompei, Herkülüm, Knossus, Sodom, Gomorah şehirlerinin sadece efsanelerde yer aldıkları inanılırdı.
1738 de Vesuvius Volkanın lavları kazılarak altında Herkülüm şehri bulundu. 1748 de Herkülüm'ün yanı sıra Pompei şehri on metrelerce lav altında keşfedilmişti. Vesuvıus yanar dağın ani patlaması, bu iki şehri 24 saat içinde sıcak küllerin altında gömüştü. Pompei'de günlük hayatlarını yaşayan Romalılar ebediyen heykelleşmişti. Kimisi mücevherlerini toplarken, kimileri cenaze töreninde veya kaçarken lavlara yakalanmıştı. Bir Roma askeri üstüne karşı sadaklığını göstererek, ölümcül bir inatla nöbet tutarken heykelleşmişti. Devasal yapılı bir adam karısını ve ön dört yaşındaki çocuğunu taşırken alevler içinde çökerek ebediyen lavlarla kalıplaşmıştı.
1868'de Heinrich Schliemann Troya'ı Batı Anadolu sahilinde Hisarlık tepesinde yaptığı kazıda bulduğunda bütün dünya şaşırmıştı ve en az 2800 yıllık Homeros destanları masal olmadığı anlaşılmıştır. M.Ö. 14 asırlarda Troyalılar kayıp, zengin ve ileri Anadolu uygarlıklarını Grek istilacılara karşı direnerek korumuşlardı, ancak 11 senelik bir savaştan sonra Grekler hileye başvurarak, şehir surlarının içine girmeye başarmışlardı ve Kral Piram'ın Troya şehri yakılarak yerle bir edilmişti. Dilere destan Helen, Odysseus, Akhilleus, Paris, Hektor ve Kassandra’nın dramları ne denli gerçeğe uydukları bilinmemekte, ancak tarihçiler kabul ederler ki bu savaş Greklerin Anadolu istilasının başlangıcıydı.
1900 senesinde, Arthur Evans'ın Girit adasında yaptığı kazılarda Minoan uygarlığı ortaya çıkarmıştı (2). Son bulgulara göre Girit bir zamanlar büyük bir Minoan uygarlığn merkeziydi, ve Thera (Santorini) adasındaki yanar dağın patlaması ile bu medeniyet tamamen yok olmuştu. Masal sanılıp jeolojik araştırmalar sonucu ortaya çıkan bir de Sodom (Sedum) ve Gomorra şehirlerini yok eden felaketin buluşu da vardı. Lut kavimin ani bir felaketle üzerlerine taş yağarak yok oluşu, Kuran'da ve Tevrat'ta hemen hemen farksız bir şekilde yazılır. Hatta, Kuran'da bu şehrin harabeleri ibret olarak yol üstünde görüldüğünü de belirtir (Hıcr: 15/76-77). Haran'ın oğlu ve Hz İbrahim'in yeğeni Hz. Lut yerleştiği Sodom şehrinde her türlü ters ilişki yaygınmış. Öyle ki, iki melek gelen felaketi haber vermek üzere, Haz. Lut'un evinde misafirliğe geldiğinde, halk Hz. Lut'un kapısına dayanarak onların kendilerine, çarpık ilişki de bulunmak için, teslim edilmelerini istemişlerdi ve Hz. Lut onlara karşı direnmiş, onların yerine kızlarını vermeye önermişti. Melekler Hz. Lut'a Sedum ve komşu şehri Gomorra'nın günahlarından dolayı Tanrı tarafından tamamen yok edileceğini bildirdikten sonra, Hz. Lut karısı ve iki kızını alıp hızla Sodom'dan kaçmıştı, ancak verilen ikazlara uymayan karısı şehrin akıbetini görmek için arkasına döndüğünde, aniden heykelleşerek bir tuz sütununa dönüşmüştü.
Erich Von Daniken'e göre Hz. Lut'u ziyaret eden melekler aslında uzaylıymış ve bu şehirleri nükleer bir silahla yok etmişler. Hz. Lut'un karısıda patlama anındaki radyasyonlar tarafından yok olmuştu. Ancak, jeolojik incelemeler bu şehirlerin nükleer bir patlama değil, doğal bir afetten yok olduğunu gösteriyor. Ürdün vadisinde ve Ölü Deniz kıyısında bu şehirlerin bulunduğu yerin M.Ö. 1900 civarlarında volkanik patlamalar eşliğinde aniden çöküp suların dibine indiği tespit edildi (3). Gomorra'nın anlamı "su altında kalan toprak"tır. 2. asırda İskenderiyeli Astronom ve coğrafyacı Claudius Ptolemaios, ölü denize "Sodom Denizi" olarak yazmıştı. Ondan önce coğrafyacı Strabo şöyle yazmıştı, "Yerlilerin bu bölgede vaktiyle 13 şehrin bulunduğu konusunda söylediklerini gerçek olarak kabul edebiliriz. Denilir ki, Sodom'un surları halen duruyor. Söylentilere göre, şehirleri büyük bir yer sarsıntısı ile oynadı, denizden alevler fışkırdı, ve kükürtlü sular öyle şiddetli yağdı ki taşlar bile tutuşmuştu. Şehirler ya yerin içine gömülmüş, ya da yerlileri dehşet içinde kaçmışlardı" (4).
Bunların haricinde unutmamak gerekir ki, bir zamanlar Halikarnaslı (Bodrumlu) Herodotos (M.Ö. 484-420) için "yalanların babası" denilirdi, şimdi ise, kendisi için "tarihin babası" denilir. Venedikli Marko Polo (1254-1324) yaptığı 25 senelik Doğu seferinden döndüğünde, yazdığı seyahatnameyi kimse inanmamıştı. Ölüm yatağında arkadaşları onun yalanlarını itiraf etmesini istemeleri üzerine, "gördüklerimin yarısını yazmadım" demişti. Buna benzer bir çok örnek göstermek mümkündür. (5)
Bir görüşe göre Tufan, Dicle ve Fırat nehirlerin taşması ile ortaya gelen bölgesel bir selden türemiş bir efsanedir. Böyle bir sel felaketinin Sümer devrinde ortaya çıktığı Mezopotamya vadisinde yapılan kazılarla kanıtlandı. Ancak, bu bölgesel bir felakettir, oysa evrensel bir sel felaket veya tufanın olduğunu gösteren kanıtlar da vardır. Denizlerden uzak karalarda, ve hatta dağların tepelerindeki deniz canlıların fosillerini başka türlü nasıl açıklarız? Avrupa, Asya, Afrika, Kuzey ve Güney Amerika gibi Mezopotamya'dan uzak yerlerde Tufan efsanesinin bulunmasını nasıl açıklanır?
Tufan efsanelerden en ilgi çekiciler arasında Gılgameş destanıdır. Gilgameş destanı Tevrat ve Kuran'da anlatılan tufan hikayesine yakın bir benzerliği vardır. 1849 yılında Musul'a yakın Kuyuncuk'da İngiliz Austen Henry Layard tarafından yapılan kazılarda Assur başkenti Nineveh ortaya çıkmıştı. Bu efsanenin tabletleri, Nineveh şehrinin sarayında bulunan hükümdar Assurbanibal'ın (M.Ö. 688-626) 30,000 "ciltlik" toprak çivi yazısı kütüphanesinde keşfedilmişti. Bunlar George Smıth tarafından tercüme edilerek gün ışına çıkarıldığında, geniş yankılar uyandırmıştı (6). Bu efsanenin izleri Sümer kayıtlarında da gözükerek M.Ö. 3000 seneye kadar mevcut olduğu varsayılmaktadır. Batı dünyasının en eski edebiyat eseri sayılan bu destanından Tufan konusunu içeren birkaç metin veriyoruz: "O günlerde insanlar durmadan arttı, yeryüzü dolup taştı ve yabanıl bir boğa gibi böğürdü, yüce tanrı da bu homurtudan tedirgin oldu. Homurtuyu işiten Enlil, tanrıların danışma toplantısında şöyle konuştu, `İnsanoğlu çıkardığı bu kargaşalık çekilmez hale geldi. Gürültü patırtıdan gözümüze uyku girmez oldu. Bunun üzerine, tanrılar, insanoğlunu yok etmek konusunda anlaştılar". Sonraki metinlerde aynı Tevrat'ın Tekvin bölümünde yazdığı gibi, Tanrı Ea, Ut-napiştam'ı uyarıyor ve büyük bir gemi yapmasını; bu gemide bütün hayvanlar türlerin birer çiftini taşıması için odalar bulundurmasını bildirilyor. Aynı Tekvin'de olduğu gibi geminin ölçüleri üzerinde önemler durularak ayrıntılı bilgiler veriliyor. Destanın devamı şöyle: "Tan yeri ağarmaya başlarken ufuktan bir kara bulut ağdı. Bu bulut, fırtınanın efendisi Adad'ın bulunduğu yerde gürledi. Fırtınanın habercileri Şullat ve Haniş, dereyi tepeyi geçerek başı çektiler. Daha sonra, uçurum tanrıları ortaya çıktı. Nergal, alttaki suları tutan bentleri yıktı. Savaş tanrısı Ninurta, setleri yerle bir etti. Cehennemin yedi yargıcı, Anunnaki, meşalelerini kaldırıp ülkeyi kurşuni alevlerle boğdu. Fırtına tanrısı, gün ışığının yerine karanlığı koyduğunda, ülkeyi bir çömlek gibi kırıp döktüğünde, umutsuzluğun yol açtığı bitkinlik gök kubbeye değin yükseldi. Bütün gün boyunca bora azıttı durdu. Yol aldıkça kudurdu, halkın üzerine düşman gibi saldırdı. Kardeş kardeşi görmez oldu, insanlar gökyüzünden bile görülmüyordu... Altı gün, altı gece boyunca yeller esti. Sel, bora ve su taşkınları yeryüzünü kasıp kavurdu. Yedinci gün ağardığında güneyde esen fırtına dinmeye yüz tuttu, deniz yatıştı. Tufanın da hızı kesildi. Yeryüzüne göz attığımda her yanı sessizliğin kaplamış ve bütün insanların da çamura dönüşmüş olduğunu gördüm ...sonra oturup ağlamaya başladım"(7)."

Her nedense, felaketi garip bir şekilde unutmuşlardır."
Platon, Kanunlar III
Kitlesel Hafıza Kaybı
Immanuel Velikovsky (1895-1979), tarih, biyoloji, hukuk ve psikanalizi Moskova, Vienna, Berlin ve Edinburgh üniversitelerinde okumuştu. 1950'de yazdığı "Çarpışan Dünyalar"(8) adındaki eserinde büyük ilgi toplamıştı. Bu kitapta ortaya atılan göksel mekanizma tezleri büyük çapta Carl Sagan, Isaac Asimov ve başka bilim adamları tarafından çürütülmüştü (9). Ancak, ortaya attığı bir çok orijinal tezlerde bir gerçek payı vardır. Dr. Velikovsky tufanla ilgili yazmaya tasarladığı eserlerini yetiştiremedi. Onun kitlesel hafıza kaybı ile ilgili tezi konumuz açısından ilginçtir. Kendisi psikanalizin kurucusu olan Sigmund Freud'den bizzat ders alarak, Freudcu açıdan hafıza kaybı olayını, bireysel açıdan ziyade toplumsal açıdan değerlendirmişti.
Kendi kozmolojik tezlerine göre geçmişte yer aldığını inandığı ve kapsamlı bir şekilde belgelediği felaketlerinin örtbas edilmesini bu şekilde açıklıyordu: "Çocukların ve bazı durumlarda büyüklerin geçirdikleri en korkunç olaylarının unutularak ve silinerek şuurdan bilinçaltına itildiği, insan zihni ile ilgili, tespit edilmiş bir gerçektir. Bunlar bilinçaltında garip korkular şeklinde yaşamaya ve ortaya çıkmaya devam ederler."
"İnsan geçmişinde en korkunç olaylardan biri yeryüzünün tutuşması idi. Bununla birlikte gökyüzünde peyda olan korkunç görüntüler, binlerce volkanlar tarafından fışkırılan lavlar, yerlerin erimesi, denizlerin kaynaması, kıtaların batması, uçan kızgın taşlarla topa tutulan ilkel bir kaos, yarılmış arzın gümbürdemesi ve kül kasırgaların kükremesi idi."
"Platon'a göre, Solon'la görüşen Mısırlı rahibin varsayımına göre ateş ve selden oluşan felaketlerinin unutulmasının sebebi, o felaketlerde okumuş insanların bütün yapıtları ile birlikte yok olmasına bağlıydı. Ve ayrıca, bu felaketler, "...sizce fark edilmedi çünkü kurtulanlar kendilerini yazı ile ifade etmeye fırsat bulamadan ölmüşlerdi." Buna benzer bir fikir İskenderiye'de Philo tarafından da savunuldu. O birinci asırda şöyle yazmıştı, "Sürekli birbirini kovalayan su ve ateşten felaketlerden dolayı nesiller birbirine olaylar serisini nakledememişlerdir."
"Felaket hatırlardan silinmişti. Bunun sebebi yazılı kayıtların bulunmayışı değildi, fakat bütün milletlerin, bilginleri ile beraber bu kayıtlarda açıkça belirtilen kozmik kargaşalar yerine onlarda alegorik ve mecazi anlam okumalarına yönelen karakteristik davranıştı.
"Geçmişle ilgili en ürkütücü olayların, hem kişilerin, hem milletlerin hayatlarından silindiği veya bilinçaltına gönderildiği bir psikolojik fenomendir. Sanki unutulmaması gereken olaylar yok olmuş gibidir. Bunların kalıntılarını ve tahrif edilmiş kayıtlarını tekrar hayata döndürmenin tek kişide hafıza kaybını tedavi etmekten farklı bir işlem değildir." (10)

"İnsan aklı kolayca büyük bir felaketin inancına kapılabilir. Büyük, küçük tüm hayvanların Güney Patagonya'dan, Brezilya'dan, Peru'nun Cordillera'sına kadar yok olması için, ancak yerkürenin tümüyle temelinden sarsılmış olması gerekir." Charles Darwin, Türlerin Kökeni
Atlantis
Plutarkhos (46-126), yazdığı "Hayatlar" eserinde Solon (M.Ö. 640-560)'a yer vermişti. Bu büyük Atina'lı kanun koyucusu, şair ve gezgin Grek'lerin "Yedi Bilgeler”den biri olarak anıldı ve onun kanunları demokrasinin kurulmasında temel oluşturmuştu. Solon yaşlığında etrafındaki fazla ilgi ve kanunların yaratığı yoğun tartışmalardan kaçmak için on sene süren gezilerini Mısır'da başlamıştı. Plutarkhos bu konuda şöyle yazıyor, "Mısırlıların en bilgili rahipleri olan Heliopolis'li Psenophis ve Sais'li Sonchis'in altında eğitim gördü ve felsefe tartıştı. Platon'a göre kayıp kıta Atlantis'i onlardan öğrenip, Greklere bir şiir halinde anlatmaya çalışmıştı, ancak bu girişimden vazgeçmişti. Sebep olarak Platon'un dediği gibi vakti olmadığından değil, fakat fazla yaşlılıktan dolayı bu girişimin ona fazla geleceğindendi."
Atina'lı filozof Platon (Eflatun, M.Ö. 429-347) Timaios ve Kritias adındaki diyaloglarında (konuşmalar) efsanevi kayıp uygarlık Artlantis'in öyküsünü dile getirmişti, ancak onu bitirmeden ölmüştü. O zamanlardan bu yana Atlantis tartışma konusu olmuştur. Kimisine göre bu öyküyu Platon uydurmuştu. Oysa, tarihte gelmiş geçmiş en büyük filozof olarak görülen Platon'un, yazdığı 25 diyalog halinde eserlerinde, Sokrates başta olmak üzere gerçek kişilerin yer aldığı ve konuşmaların ve olayların gerçeğe uygun olarak yazdığı görülmüştür. Atlantis öyküsünde herhangi bir siyasi veya felsefi görüş savunulmuyor, o halde Platon'un böyle fantastik bir hile yapması için hiç bir neden olmadığı gibi, bu diğer yazılarındaki mantık ve gerçekçiliğe ters düşerdi. Ayrıca tarihçi Halikarnas'lı Herodotos (M.Ö. 484-420), gezilerinde kendisine Mısırlılar tarafından kadim tarihleri konusunda Solon'a anlatılanlara benzer şeylerin anlatıldığını kaydetmişti.
M.Ö. 421 yılın Ocak ayında, Sokrates'in Atina'daki evinde dört kişi bir araya gelmişti. Bunların başında Platon'un hocası meşhur filozof Sokrates'in kendisi. Tanınmış Atina'lı devlet adamı ve yazar Kritias, Lokris'li zengin ve asil bir filozof ve astronom olan Timaios ve Syrakruz'lu bilgin Hermokrates. Aralarında geçen konuşma Platon tarafından kaleme alınarak Timaios ve Krıitıas
adlı eserlerinde yer almıştı. Bu iki diyalog'dan Atlantis konusundaki bölümleri kısmen aşağıda aktarıyoruz. Bazı metinlerin başlarında görülen sayı ve harfler Platon diyaloglarında kullanılan "Stephanus" ayraçlarıdır, ve yorumlarda ilgili metinleri kolayca bulmaya yarar.
(20e) "KRİTİAS `O halde, Sokrates size anlatacaklarım garip gelebilir, oysa bu öykü, Yedi Bilgeler’in en bilgesi olan Solon'un söylediği gibi, baştan başa gerçektir. Solon, şiirlerinde belirttiği gibi, büyük dedem Dropides'in akrabası ve yakın dostuydu...(21b) Size bir yaşlı adamdan dinlemiş olduğum bu eski öyküyü anlatacağım. Kritias [Kritias'ın aynı isimde dedesi ve Dropides'in oğlu], o zamanlar, dediğine bakılırsa, doksanına basmak üzereydi, bense on yaşlarında, ya vardım, ya yoktum. Apaturios'lar bayramının Kureotis günündeydik. Geleneklerimize göre, babalarımız, biz çocuklar için, şiir okuma yarışmaları düzenlerdiler. Birçok şairlerin çeşitli şiirleri okundu; Solon'un şiirleri o zamanlar daha yeni sayıldığından çoğumuz onlardan okuduk. Arkadaşlarımdan biri ya gerçekten zevk aldığı için, yahut da Kritias'ın hoşuna gitsin diye, Solon'un, kendisince yalnız insanların en bilgesi olmakla kalmadığını, şiirdeki değeriyle de bütün şairlerin en asili olduğunu söyledi. (21c) Çok iyi hatırlıyorum, ihtiyar bundan pek hoşnut oldu ve gülümseyerek dedi ki: öyledir, Amymandros, Solon sadece vakit geçirmek için şiir yazmıştı, bu işe ötekiler gibi sarılsaydı, Mısırdan getirdiği öyküyü bitirseydi, buraya dönüşünde karşılaştığı zorluklar, ve ülkedeki karışıklar yüzünden şiiri ihmal etmek zorunda kalmasaydı bence ne Hesiodos, ne Homeros, ne de her hangi başka bir şair onunla boy ölçüşemezdi. (21d) Amymandros, "Peki ama, Kritias, bu şiirin konusu ne idi?" Kritias'ın yanıtı,"Bu şiirin öyküsü bu ulusun şimdiye kadar başardığı en büyük, en ünlü olmaya değer işin öyküsü idi; fakat zaman ve kahramanlarının ölümü onun bize kadar gelmesine engel oldu." Öteki, "Bu öyküyü bize baştan anlatın, Solon bu konuda neler diyordu ve onu gerçek bir olay olarak kabul etmesi için ona bu öyküyü kim aktarmıştı?", diye sordu.
(21e) "`Solon'un anlattığına göre Mısır'ın deltasında, Nil'i ikiye ayrın yerde Saitikos denilen bir bölge vardı; bu ülkenin en büyük şehri de, kral Amasis'in memleketi olan Sais'ti. Halkına göre şehirlerini kuran bir tanrıçaydı; onun Mısır dillerinde adı Neith'dir, ve o Helenlerin Athena tanrıçası ile aynıdır. Şimdi, bu halk Atinalıları pek severler ve onlarla her nasıla akrabalıkları olduğunu söylerler. Solon onların ülkelerine varınca büyük bir ilgi ile karşılandığını söylemişti. (22a) Onların en bilge rahiplerine geçmiş zamanları sorduğu zaman, ne kendisinin ne de başka bir Helenin bu konuda hemen hemen hiçbir şey bilmediğini anladı. Bir seferinde de, onları eski şeyleri anlatmaya yönlendirirken, bizce bilinen en eski olayları anlatmaya koyulmuştu. Onlara ilk insan olarak anılan Phoroneus'tan, Niobe'den, tufandan kendilerini kurtaran Deukalion ve Pyrrha'dan, onların doğuşu hakkında anlatılan mytoslardan ve onların soylarından söz etti. (22b) Bu olayların geçtiği tarihleri belirlemeye çalışarak anlatmıştı.
"`Bunun üzerine, aralarında yaşı oldukça ilerlemiş bir rahip ona "Ah Solon, Solon," demiş, "siz Helenler çocuksunuz, ulusunuzda yaşlı bir Helen yok." Bunun üzerine Solon:"Bununla ne demek istiyorsunuz?" diye sormuş. Rahip, "Hepinizin ruhları çok genç," diye yanıt vermiş, "çünkü kafanızda eski bir geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş ne bir bilgi, ne de zamanla pekiştirilmiş bir ilim var. Bunun sebebi sana anlatayım. (22c) İnsanlar birçok şekilde yok eden felaketler olmuştur, daha da olacaktır. En büyük kıyametler ve tufanlar ateşle ve sudan gelmişti, ama farklı sebeplerle meydana gelen daha küçük felaketler de vardır. Örnek olarak, sizin ulusunuzda da, bir gün babasının koşu arabasını (gök yüzünde) koşturup onu aynı yoldan süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan, kendisi de yıldırımla vurulup ölen Helios'un oğlu Phaeton'un öyküsünde gerçekten bir (22d) masal gibi anlatılır, ama gerçek şudur ki, dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazen yollarından saparlar yeryüzüne düşerler, uzun aralıklarla meydana gelen çarpışmalarından kaynaklanan tutuşmalar yeryüzündeki her şeyi yakıp yok eder. O zaman dağlarda, yüksek, kuru yerlerde oturanlar, şehirlerde, deniz kenarlarında oturanlara kıyasla daha çok yok olmaya maruzdurlar. Fakat, her zamanki kurtarıcımız olan Nil, taşarak bizi bu felaketten de kurtarıyor. Bunun aksine tanrılar, bir tufanla dünyayı yıktıkları zaman yalnız dağlardaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize sürüklüyor. Halbuki bizde sular hiçbir zaman ovalara yükseklerden gelmiyor, her zaman tabii bir şekilde toprağın altından çıkıyor. İşte bu yüzden mabetlerimizin arşivlerinde korunan kayıtlar dünyanın en eskileridir. Fakat gerçek şudur ki: kendilerini kaçıracak kadar şiddetli bir soğuğu da, yakıcı bir sıcağı da olmayan her yerde, her zaman az veya çok insan vardır. (23a) Hem sizde olsun, bizde olsun, yahut da adını duyduğumuz dünyanın her hangi bir tarafından olsun, asil, büyük, yahut da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana gelmişse bütün bunlar, en eski çağlardan beri burada, mabetlerimizin arşivlerinde duruyor. Böylece de korunmuş oluyor. Oysa, sizlerin ve başka ulusların kayıtları, ve gerçekten bütün uygarlıklarınız gökten bir veba gibi devre devre yağan suların etkisi ile yok olmuştur; içinizden okuyup yazması olmayanlarla cahillerden başkasının bu felaketlerden kurtulamamıştır. (23b) O zamanda, sizler her şeyi yeniden başlamak zorundaydınız, çünkü ne ulusunuzun ne de başka yerlerin geçmişini bilmeyen küçük çocuklar gibi olmuştunuz. Bize demin anlattığın soy kütüklerine gelince, Solon, bunlar çocuk masallarından başka bir şey değildir. Her şeyden önce, siz tek bir tufanı hatırlıyorsunuz, oysa ondan önce birçok tufan olmuştur. (23c) Sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en asil soyun bir zamanlar ulusunuzda yer aldığını bilmiyorsunuz. Kentinizi ahalisi ve sizin soyunuz felaketten kurtulan bir kaç kişiden gelmiştir. Sizler bunları bilmiyorsunuz, çünkü felaketten kurtulabilenler, birçok nesiller boyunca, hiçbir yazı bırakmadan ölüp gittiler..."
(23d)"`Solon'un anlattığına göre, bunları duyunca şaşakalmış, rahiplerden eski ataları hakkında bütün bildiklerini anlatmalarını rica etmiş. Bunun üzerine ihtiyar rahip cevap vermiş: "İstediğinizi yerine getireceğim, Solon, bunu senin hatırın için olduğu kadar yurdunuzun hatırı...için yapacağım...(23e) kutsal kitaplarımıza göre, bizim ilin kuruluşundan beri sekiz bin yıl geçmiştir. Demek oluyor ki sana dokuz bin yıl önceki yurttaşlarının kurumlarını, onların en şanlı başarılarını kısaca anlatacağım... (24e) Gerçekten eski kayıtlar, ilinizin, büyük Atlas denizinin ötelerinden gelip Avrupa ve Asya’ya küstahça saldıran koskoca bir devleti durdurduğunu yazıyor. (25a) O zamanlar Atlas okyanusu geçilebiliyordu; çünkü sizin Herakles sütunları dediğiniz [Cebelüttarık boğazı] o boğazın önünde bir ada vardı. Bu ada Libya ve Asya’nın ikisinden daha büyüktü. O zamanlar oradan başka adalara, ve onların da karşılarında uzanan ve gerçek denizi çevreleyen büyük kıtaya [Amerika?] ulaşılabiliyordu. Çünkü sözünü ettiğimiz boğazın iç tarafı [Akdeniz], girişi dar bir limana benzer, dış tarafı ise büyüklüğü ile gerçek bir denizdir [Okyanus]. Etrafını çeviren kara parçası da gerçekten kıta denilebilecek bir topraktır. İşte bu Atlantis adasında, hükümdarlar, hakimiyetini bütün adaya, öteki adalara, hatta kıtanın [Amerika?] bazı parçalarına kadar uzatan büyük, hayranlığa değer bir devlet kurmuşlardı. Bundan başka boğazın iç tarafında, bizim tarafta, Mısır'a kadar Libya'nın, Tyrhenia [Batı İtalya] ya kadar da Avrupa’nın hakimi idiler. (25b) Bir gün bu devlet bütün kuvvetlerini bir araya toplayarak sizin yurdunuzu, bizimkini, boğazın iç tarafındaki bütün ulusları boyunduruğu altına sokmak istedi. İşte o zaman, Solon, iliniz fazilet ve kuvvetini dünyanın önüne serdi. Cesaretten, savaş bilgilerinden yana öteki illerin hepsinden üstün olduğu için Helenler’in başına geçti; ama ötekiler bırakıp çekilince tek başına kalan, (25c) böylece en tehlikeli duruma düşen iliniz saldırganları yendi ve bir zafer anıtı dikti, şimdiye kadar hiç kölelik etmeyenleri ve bizim gibi diğerlerini kölelikten kurtararak Herakles sütunlarının iç tarafında oturanları serbestliğe kavuşturdu. Ama bundan sonra korkunç yer sarsıntıları, tufanlar oldu. (25d) Bir korkunç yağmurlu gün ve bir gecenin içinde, bütün savaşçılarınız birden bir vuruşta toprağa gömülüp yutuldular. Atlantis adası da, aynı şekilde, denize gömülerek yok oldu. İşte bunun içindir ki, ada çökerken meydana getirdiği sığ bataklıklar yüzünden o deniz bu gün bile, geçilmez, dolaşılmaz bir haldedir."
(25e) "`İşte Sokrates, ihtiyar Kritias'ın Solon'dan duyup bana anlattıkları kısaca bunlardır...(26b) dün buradan çıkar çıkmaz hatırlayabildiklerimi arkadaşlarıma anlattım. Alt tarafı da bu gece düşüne düşüne aklıma geldi; çocuklukta öğrendiğimiz şeylerin şaşılacak kadar aklımızda kaldığını söylerler. Sahiden çok doğruymuş. Bana gelince, dün duyduklarını anlat deseler, hepsini hatırlayabilir miyim, bilmem. Ama, ta eskiden duyduklarımdan bir şey unutuversem doğrusu buna çok şaşarım. (26c) O zaman ihtiyarı dinlemek çok hoşuma gider, bundan çocukça bir sevinç duyardım; o da ardı arası kesilmeyen sorularıma o kadar iyi yürekle cevap verirdi ki anlattığı şeyler, çıkmaz, silinmez bir yazı gibi kafama yerleşip kalmış. Ayrıca, dostlarımıza da, bu konuda konuşulup söyleyecek şeyleri olsun diye, bu sabah bütün bunları anlattım...'
"SOKRATES: `...Burada uydurma bir masalı değil, gerçek bir hikayeyi ele almamızın önemi de büyüktür...'(11)
Timaios'de Atlantis konusunu içeren metinler bu kadar. Atlantis konusunun devamı Kritias isimli diyalog'da bulunuyor. Burada konu ikinci gün tekrar aynı şahısların toplanması ile Kritias tarafından ayrıntılı bir şekilde işleniyor, ancak eser tamamlanmadan ani bir şekilde sona eriyor. Öyküyü Kritias'den devam ediyoruz:
"Kritias: `Her şeyden önce şunu aklımıza getirelim ki, Herakles'in sütunlarının iç tarafında yaşayan kavimlerle dışında yaşayanlar arasında savaşın üzerinden dokuz bin yıl geçtiği söyleniyor. İşte şimdi size uzun uzadığa bu savaşı anlatacağım. Bu yanda komutayı elinde tutan, savaşın ağırlığı başından sonuna kadar çeken, bizim şehirmiş. Öte yandan da savaşı idare edenler
Atlantis adasının krallarıymış. O ada ki, söylediğimiz gibi, Libya’dan, Asya'dan daha büyük olduğu halde, yer depremleri sonunda suya gömülerek, burada açık denize çıkmak isteyen gemilerin geçmesine engel bir balçık yığından ibaret kalmış...[Burada birçok satırlar konunun dışında, eski Yunanistan'ın halini açıkladığı için çıkarılmıştır.] Dokuz bin yıl içinde, o günden bugüne kadar bunca yıl geçti, birçok büyük tufanlar olmuştur. Bütün bu zaman içinde, bütün bu olaylar sırasında yükseklerden kayan topraklar, başka yerlerde olduğu gibi, geçtiği yerlerde söze değer bir parça bırakmayarak, ilin her ucundan denize yuvarlanmışlar, döne döne derinliklerde kaybolup gitmişlerdir. Bugün kalan topraklar, o zamankinin yanında tıpkı küçük adalarda fark edileceği gibi, kadid haline gelmiş bir hasta vücuduna benzer. Yumuşak ve verimli toprakların hepsi çökmüş, geriye ancak ilin bir iskeleti kalmıştır...
"`Ama, meselenin özüne girmeden önce, Helen adlarının barbarlara verildiğini görerek şaşmamanız için, size, anlatacağım bir nokta daha var. Bunun sebebini şimdi öğreneceksiniz. Solon bu hikayeden kendi şiirleri için faydalanmağı düşündüğünden, adların anlamlarını araştırdı, bu adları ilk defa olarak yazmış olan Mısırlıların, onları kendi öz dillerine çevirmiş olduklarını gördü. Bu sefer kendisi de, her adın anlamını ele alarak, onu kendi dilimize çevirdi ve öylece yazdı. Solon'un bu el yazmaları dedemin elinde bulunuyordu, şimdi de bendedir, onları daha çocukken ezberledim. Onun için bizdeki adlara benzer adlar duyarsanız hiç şaşmayın: sebebini öğrendiniz.
"`Bakınız bu uzun hikaye aşağı yukarı nasıl başlıyordu. Tanrıların kendi aralarındaki toprak seçiminden konuşurken, bütün dünyayı küçük büyük parçalara ayırdıklarını, kendi adlarına tapınaklar kurup kurbanlar kesilmesini adet haline koyduklarını daha önce söylemiştik. İşte Poseidon da, böylece payına düşen Atlantis adasının şimdi size söyleyeceğim bir yerine, ölümlü bir kadından olan çocuklarını yerleştirdi. Denize bakan tarafta, adanın ortasında, boydan boya bir ova uzanıyordu, bu ova bütün ovaların en güzeli, en verimlisi olarak biliniyordu. Ortalarında, aşağı yukarı elli stadion (200 metre) uzaklıkta, her yanı orta yükseklikte bir dağ görünüyordu. Bu dağda o kökü topraktan gelme adamlardan biri oturuyordu. Adı Euenor'du, Leukippe adında karısıyla yaşıyordu. Bir tek kız çocukları oldu. Kleito gelinlik çağına varınca anasıyla babası öldüler. Poseidon bu kızı çok beğendiğinden onunla birleşti, kızın oturduğu tepenin etrafını bir sıra denizden, bir sıra karadan yapılmış ve en büyükleri en küçüklerini içine alan, halkalardan ikisini denizden, üçünü karadan oluşturdu ve onlara adanın ortasından başlayarak, her taraftan aynı uzaklıkta bir dire şekli verdi; Böylece oralara insanların ayak basmasına olanak bırakmamış oluyordu, çünkü o zamanlarda gemiden de, gemicilikten de kimsenin haberi yoktu. Ortadaki adayı kendi eliyle güzelleştirdi, bir tanrı olduğu için bunda hiçte zorluk çekmedi. Topraktan biri soğuk, biri sıcak, iki kaynak çıkardı, çeşit çeşit, bol bol yiyecekler yetiştirdi. Beş kere ikiz erkek çocukları oldu. Onları büyüttü ve Atlantis adasını on parçaya ayırarak ilk ikizlerden önce doğana, anasının eviyle dolaylarındaki toprak payını verdi; bu pay en geniş, en iyi toprak parçasıydı; Onu bütün kardeşlerinin üstüne kral olarak getirdi. Ötekilere de idare edecek birçok adam, geniş topraklar bağışlayarak, birer hükümdarlık verdi. Hepsine birer ad taktı. En yaşlıları, Kral Atlas adını aldı; bütün ada ile Atlantikon denilen deniz, adlarını bu ilk kraldan aldılar. Kendisinden sonra doğan kardeşinin payını adanın Herakles sütunları tarafından, bugün orada Gadeiros ülkesi denilen yere doğru uzanan ucu düşmüştü. Bu hükümdarın Helen'lerce Eumelos, yerlilerin dilin de Gadiros'tu; bu yere verilen ad da her halde bundan gelmiş olmalı. Poseidon ikinci ikizlerden birine Ampheres, ötekine Evaimon adını verdi. Üçüncü ikizlerden ilk doğan Mneseus, arkasından gelen de Autokhthon adlarını aldılar. Dördüncü ikizlerden ilk dünyaya gelene Elasippos. İkinciye Mesot: beşinci ikizlerden birincisine Azaes, ikincisine de Diaprepes adları verildi. Poseidom'dan bütün bu oğulları ve onların çocukları birçok nesiller boyunca bu memlekette yaşadılar. Daha önce de söylediğim gibi onlar, Okyanusunun daha birçok adaları üzerinde de hüküm sürüyorlar, ayrıca egemenliklerini bu tarafa, boğazın içlerine, Aigyptos [Mısır] ile Tyrhenia'ya kadar yürütüyorlardı.
"`Atlas'ların soyu gitgide çoğaldı ve egemenliğin şerefini korudu. İçlerinden hep en yaşlıları kıral oluyordu. Krallık her zaman çocukların en büyüğüne kaldığından, krallıkları nesillerce sürdür. Kendilerinden önce hiçbir kral soyunda görülmeyen, kendilerinden sonra da kolay görülmeyecek olan pek büyük zenginlikler topladılar. Kendi şehirlerinin bütün kaynaklarından faydalanıyorlardı. Yayılmış olan kuvvetlerinden ötürü, birçok şeyler dışarıdan alıyorlar, fakat yaşayışları için lüzumlu olan şeylerin çoğunu kendi adalarında elde ediyorlardı. En başta, ocaklardan çıkarılan, eritilebilen yahut eritilmeyen bütün madenler, ve en çok, bugün ancak adı kalan, ama o zamanlar kendi de bilinen bir nevi maden geliyordu. Adananın birçok yerlerinde çıkarılan oreikhalkon adında bu maden, o zaman bilinen madenlerin, altından sonra en değerlisiydi. Bunun gibi ada, dülgerlerin işine yarayan ve ormandan çıkan her şey de bol bol yetişiyordu. Ada hem evcil, hem de yaban hayvanlarının yeterince besliyordu. Hatta fil cinsine bile orada bol rastlanıyordu; çünkü ada ada, yalnız bataklıkların, göllerin ve ırmakların kenarında, yahut dağlarda, ovalarda otlayan bütün öteki hayvanlara değil, yaratılışta hayvanların en büyü, en doymak bilmeyeni file de bol otlaklar sağlıyordu. Bundan başka, şimdi dünyanın her tarafında çıkan bütün kokulu şeyler, kökler, otlar, ağaçlar, çiçeklerden yahut meyvalardan çıkarılan özler adada pek de güzel yetişiyordu. Ayrıca meyve ağaçlarıyla yemek için kullandığımız, bazılarından un yaptığımız ve çeşitlerine zahire adını verdiğimiz bütün toprak ürünleri de yetiştiriliyordu. Bizce içki, yiyecek maddeler ve kokular veren ağaç nevinden meyveleri, zevk ve eğlencemize yarayan o kabuklu, muhafazası güç meyveyi [Hindistan cevizi?], akşam yemeklerinden sonra hazımsızlık çekenlerin mide ağırlıklarını hafifletmek, onlara rahatlık vermek için kullandığımız bütün bu sevilen yenişleri, o zamanlar güneş gören bu kutsal ada, görülmemiş güzellikte, sayısız denecek kadar bol yetiştiriliyordu. Ada halkı, topraktan elde ettikleri bütün bu zenginlikleri tapınaklar, kral sarayları, limanlar, gemi tezgahları yaptılar. İlin başka yerlerini de aşağıda anlatacağım sırayı güderek güzelleştirdiler. [Platon'un Atlantis öyküsünün devamı ayrı bir bölümde verilecektir] (12)

"...Dünyanın uygar toplulukların hepsi eski çağlardan bazı şeyler öğrenmişlerdir. Aynı bütün yolların Roma'ya çıkması gibi büyük uygarlıklar da Atlantis'i işaret etmektedirler..." Ignatius Donelly

Atlantoloji
Platon'un Atlantis efsanesi tarih boyunca çeşitli yankılar uyandırdıysa, ancak 1882'de Ignatus Donnelly (1831-1902) isminde bir reformcu Amerikan senatörün "Atlantis, Tufan Öncesi Diyar"(13) isminde eserinin baskısı ile yeni bir boyut kazanmıştı. Daha önce bu konuda bilimsel açıdan kayda değer bir eser yazılmadığı gibi, günümüzde bu konunun başyapıtı olarak yerini korumaktadır. Kitap ilk çıktığında, okyanusun iki tarafında büyük ilgi yarattı. Hatta, Bu eseri okuyan İngiliz başbakanı Gladstone, Atlantis'i bulmak için bir keşif seferi düzenlemeye önermişti. Ancak, bu öneriyi meclisten geçiremedi. Donnelly'in eseri gerçekten büyük ve titiz bir araştırmaya dayanıyor, ve Platon'un klasik Atlantis tezini doğrulamaya çalışıyor. Kitabın ilk bölümünde Donelly, ortaya attığı fikirleri şöyle sıralıyor:
"1. Bir zamanlar Akdeniz’in girişi karşısında ve Atlas Okyanusunda Atlantik bir kıtanın kalıntısı olan büyük bir ada vardı. Bu ada kadim dünyada Atlantis olarak bilinirdi.
"2. Platon tarafından bu ada konusunda yazılanlar masal değil, gerçek tarihtir.
"3. Atlantis insanların ilkel bir durumdan uygarlığa eriştiği yurttu.
"4. Zamanla o yüksek nüfuslu ve güçlü bir ülke oldu, Oradan göçen halklar Meksika körfezi, Mississippi nehri, Amazonlar, Güney Amerikanın Büyük Okyanus sahilleri, Avrupa ve Afrika'nın batı sahilleri, Baltık, Karadeniz ve Hazar Denizi civarlarında uygar topluluklar kurdular.
"5. O gerçek tufan öncesi yurttu; Aden (Cennet) Bahçesi; Hesperides bahçeleri; Elysian yaylaları; Mesomphalos; Olympos; Kadim ülkelerin Asgard'ı; evrensel olarak belleklerde kalan, ilkel insanlığın barış ve mutluluk içersinde yaşadığı bir yurttu.
"6. Kadim Grek, Finikeli, Hindu ve İskandinav tanrı ve tanrıçaları Atlantis'in kralları, kraliçeleri ve kahramanlarıydı. Mitolojide onları içeren olaylar gerçek tarihi olayların belleklerde karıştırılarak aktarılması idi.
"7. Eski Mısır ve Peru Mitolojisi Atlantis'in esas dini olan Güneş Dinin kalıntılarıdır.
"8. Atlantis'in en eski kolonisi muhtemelen Mısır'dı. Onun uygarlığı da Atlantis'in kopyasıdır.
"9. Avrupa'da bronz çağı aletler Atlantis'dendi. Atlantisliler ayrıca demiri ilk işleyenlerdendi.
"10. Bütün Avrupa alfabelerinin anası olan Finike alfabesi Atlantis kökenlidir. Ayrıca bu alfabe Atlantis'den Orta Amerika'daki Maya'lara aktarıldı.
"11. Atlantis, Ari, veya Hint-Avrupalı ırkların yurtları olmakla beraber Sami (Yahudi ve Arap) kavimlerin ve muhtemelen Turanlıların (Türklerin) ana yurduydu.
"12. Atlantis korkunç bir doğal felakette nüfusun çoğunla yok oldu.
"13. Felaketten gemiler ve sallarla kurtulan birkaç kişi dünyanın dört yanına günümüze kadar kalan tufan öykülerini yaydılar."
Yukarda saydığımız ilkeleri kanıtlamak için Donelly, Congress kütüphanesinde ve Smithsonian Enstitüsünde yaptığı araştırmalara dayanarak 500 sayfalık kitabında eski ve yeni dünya arasındaki etnik, mitolojik, dini, dil, sanat, mimari, tarım, evcil hayvan benzerliklere işaret eden 650 kanıtı toplayarak bunların ortak bir kaynaktan geldiğini belirtmişti. Ayrıca, jeoloji, deniz coğrafyası, bitki ve hayvan türlerindeki kanıtlara değindi. 1883'de "Ragnarök, the Age of Fire and Gravel"(14) adındaki eserini yayınladı. Bu kitapta tufandan da önce, bir felakette dünyaya bir kuyruklu yıldızın çarptığını iddia etmekteydi (Platon'un Phaeton'u).
Atlantis konusu 1888'de yayınlanan ve Teosofik Cemiyetinin kurucularından Madame Helena Petrova Blavatsky tarafından kaleme alınan "Gizli Doktrin" (15) adlı eserinde işlenmişti. Blavatsky'nin iddialarına göre Atlantis dördüncü kök ırkın yurduydu. Kök ırk tezine göre, birinci kök ırkını oluşturan ilk insanlarının yurdu kuzey kutbuymuş; ikinci kök ırkın yurdu Kuzey Asya'daymış; üçüncü kök ırkın yurdu Büyük Okyanus'ta Mu (Lemurya) adında batmış bir kıtada bulunuyormuş; dördüncü kök ırkı Atlantislilermiş; ve beşinci kök ırkı, bizim genel olarak bildiğimiz insanlık ve bilinen tarihte yer almaktadır. Her ırk bir kıyamet sonucu yok olmaktadır, bu kıyametten kurtulan birkaç kişi, yeni ırkın prototipini belirlermiş.
Blavatsky'e göre altıncı kök ırkın prototipi şu anda belirlenmektedir ve yedinci kök ırkı ile devre tamamlanmış olacaktır. Her kök ırkta ayrıca yedi alt-ırkı varmış ve onların her birinde yedi dal ırkı varmış. Atlantisli yedi alt ırkları sırasıyla şunlardır: Mu asıllı Rmoahaller, Tlavatliler, Toltekler, Turanlılar (Türklerin ataları), Samiler, Akkadlılar ve Moğollar. Teosofik görüşle Atlantis konusu 1914 yılında W. Scott-Elliot', "The Story of Atlantis" adlı eserinde daha ayrıntılı olarak işlendi.
Atlantis birçok kurgu romanının konusu olmuştur. Jules Verne, H.G. Wells ve Conan Doyle gibi tanınmış yazarlar onu romanlarına işlemişlerdi. Bunun dışında medyum kanalı ile Atlantis konusunda türlü fantastik kitaplar kaleme alınmıştır. Bunların haricinde klasik tezden uzaklaşıp Atlantis’in İsveç'te, İsrail'de, Kuzey Kutbu'nda, Spitzbergen adasında, Amerika'da, İspanya'da, Tunus'ta, Kafkasya'da, Almanya'da ve son olarak Thera veya Santorini (16) adasında ve daha nice yerlerde olduğunu iddia eden eserler yazıldı. Bir gözlemciye göre (30 yıl önce) Atlantis konusunda 20,000 kitap yazılmıştır.
Donnelly'nin varisleri arasında İskoçyalı Lewis Spence (1874-1955) önemli bir yer işgal eder. Mitoloji ve folklor konusunda bir uzman olan Spence aynı zamanda birçok dilli ana dili gibi konuşan bir dil uzmanıydı. Eserleri arasında şiir ve mitoloji kitapları, bir okültizm ansiklopedisi; Mısır, Meksika, Peru, Babil, Kelt vs. uygarlıkları üzerinde 40 küsur kitabı vardır. Atlantis konusunda birçok kitap yazdığı gibi, Mu hakkında bir kitap da yazmıştı. Spence, "the History of Atlantis"(17) adında eserinde Atlantis'in tarihini çeşitli folklor, mitoloji ve tarihi kayıtlara dayanarak ortaya çıkarmaya çalışmıştı ve Donnelly'nin gözlemlerine yenilerini eklemişti. "The Occult Sciences in Atlantis" (18) adlı eserinde Atlantisliler’in gizli ilimlerini diğer uygarlıklardaki kalıntılarından belirlemeye çalışmıştı. İkinci Dünya Harbi sırasında yazılan "Will Europe Follow Atlantis"(19) kitabı sübjektif bir açıdan konuyu elle alarak, uygarlığın çöküşü tekrar Atlantis felaketini andıran büyük bir felakette yol açabileceğini ortaya atmıştı. Spence, "The Occult Causes of the War" kitabında aynı konuya deyinerek Nazilerin şer güçlerle ittifak kurduklarını ileri sürmüştü. Ayrıca, "The Problem of Atlantis" ve "Atlantis in America" kitaplarını da yazdı.
Atlantoloji konusunda önemli bir eser Atlantis’i Maya kültürü açısından inceleyen Stacy-Judd'un "Atlantis-Mother of Empires"(20) aynı dönemlerde yazılmıştı.
Spence'in her ne kadar Nazilerden nefret ettiyse de, Almanya ve Avusturya'da bazı Naziler Spence'in kitaplarına önem veriyorlardı ve Atlantis'in "üstün Ari ırk"ın beşiği olduğu konusunda fikir beyan ediyorlardı. Nazilere karşı olan Antroposofi'nin kurucusu Avusturyalı okültist Rudolf Steiner Atlantis konusunu kitaplarında işlemişti, ancak kaynak olarak kendi duyu-üstü yeteneklerini veriyordu. Avusturyalı Kosmolog Hans Hoerbiger'in tezleri Hitler tarafından benimsenmişti ve Atlantologlardan taraftar toplamıştı. Bunların arasından H.S. Bellamy, "The Atlantis Myth" (21) adlı kitabı yazmıştı. Bellamy, Hoerbiger'in görüşlerine dayanarak ayın aslında dünyanın yer çekimi tarafından yakalanmış bir gezegen olduğunu ileri sürmüştü. Ayın aniden dünya tarafından yakalanması ve yörüngesi dünyağa gittikçe yaklaşması, onun yer çekimi dünyanın ekvatorü etrafında denizin kabarmasına yol açmasına neden veriyormuş. İşte bu su kuşağı Atlantis'in aniden batmasına ve deniz altında kalmasına sebep olmuş. Otto Muck isminde bir Alman kaşifinin yazdığı "Atlantis Über Alles" (22) bu konuda yazılmış en iyi kitaplardan biridir. Otto Muck'a göre Atlantis felaketinin en akla yatkın izahı 11,000 yıl önce büyük bir göktaşı (asteroid) yeryüzüyle çarpışmasıdır. İkinci bölümde göreceğimiz gibi böyle bir olay için oldukça fazla kanıt var.
Atlantis konusunda yazılan klasik eserler titizlikle, mantıkla ve büyük araştırmalara dayanarak hazırlanmıştır. Atlantis'in kanıtları ortadadır, bunları incelemeden inkar etmek bilime ters düşer. Ne yazık ki, mitoloji, etnoloji, antropoloji, jeoloji, deniz coğrafyası, astronomi gibi nice konuları bilmeyenler, bu konuları içeren kanıtlara karşı alaycı bir şekilde inkar etmektedirler, inkar ederken de verdikleri nedenler hayret edilecek derecede gelişi güzel, ve bilimsel düşünceden yoksun olmaktadır. Batıda, bazı çevrelerde bilimsel ideolojide bu keyfi "akademik" zihniyeti sürerken, Soviyet bilim adamları Atlantis konusunda daha sıcak bakmışlardır. Bu Rus bilim adamları arasında V.A. Obrutchev, N. Lednev ve E. Hagemeister, ya doğrudan Atlantisi kabul ediyorlar, ya da en azından varlığının bilimsel olağanını onaylıyorlar. (23)
"Bermuda Şeytan Üçgeni"in (24) yazarı Charles Berlitz, Amerika'da meşhur Berlitz lisan okullarını açan şahısın torunudur. Herhalde bu sebepten olacak ki, 37 dilli bilmektedir. Dalgıçlık ve deniz altı araştırmalarında uzman olan Charles Berlitz, Atlantoloji konusuna iki önemli eser bırakmıştır. "The Mystery of Atlantis" (25) ve kısmen "Mysteries from forgotten Worlds" (26), ayrıca Bermuda Şeytan Üçgeni konusunda diğer kitaplarında Atlantis konusunu kısmen işlemiştir (27). Berlitz'in Atlantoloji'ye katkısı konunun güncelliğini koruyarak, bu konuda çok ilginç denizaltı bulguları açıklamasından kaynaklanır.