Einstein, teorisini ortaya atarken, ışık hızının evrensel bir sabit olduğunu bir gerçek olarak kabul etti. Ne kadar hızlı giderseniz gidin, ışık hızı her zaman sabitti ve %99 ışık hızına yakın bir hızla gitseniz bile ışık sizden saniyede 186,282 mil (299,791 km) hızlı gidiyor olacaktı. Bu hıza ulaşmak imkansızdı. Einstein'ın hesaplamalarına göre, gözlemcinin hızı arttığında zaman yavaşlamakta ve mekan (hareketin yönüne göre) büzülmekteydi. Işık hızına göre değişim gösteren bu kavramlar, kişiye göre farklılık göstererek mutlak olmadıklarını kanıtlamışlardı.
Peter Russell, bu durumu şu şekilde tanımlar:
... Siz ne kadar hızlı hareket ederseniz edin, her zaman ışığın hızını saniyede 186,282 mil olarak ölçeceksiniz - tıpkı Michealson ve Morley'in bulduğu gibi. Hatta saniyede 186,281 mil hızla gidiyor olsanız da, ışık sadece saniyede 1 mil hızla sizi geçmiş olmayacak, hala 186,282 mil hızla gidiyor olacak. Işığın hızına küçük bir miktar dahi yetişememiş olacaksınız.
Bu tamamen sağduyuya aykırıdır. Ama bu örnekte, burada yanlış olan sağduyudur. Bizim zihinsel gerçeklik modellerimiz, hızları, ışık hızından çok daha düşük olan günlük deneyimlerimizden oluşmaktadır. Işık hızına yakın bir hızda, gerçeklik oldukça farklıdır.
Gözlemcinin hızı artarken, zaman yavaşlamakta, mekan da hareketin yönüne göre büzülmektedir. Einstein, uzay ve zaman olarak kabul ettiğimiz şeylerin zaman-mekan bütününün bir parçası olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla zaman ve mekan, doğrudan algıya bağlı olarak yaratılmaktadır.
Einstein, uzay ve zaman olarak kabul ettiğimiz şeylerin zaman-mekan bütününün bir parçası olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla zaman ve mekan, doğrudan algıya bağlı olarak yaratılmaktadır. Böylece, göreceli yaşanan bir dünyanın parçası haline gelirler. Dünyanın zihindeki görüntüsünü oluşturabilmek için zaman ve mekan algısı gereklidir. Ama bunların asıl gerçekliği ifade ettiğini iddia ettiğimizde yanılırız. Çünkü dışarıdaki gerçek mekan kavramı ile hiçbir zaman muhatap olmayız.
Fred Alan Wolf, bunu şu şekilde açıklar:
Einstein'in genel rölativite kuramına göre, madde zaman ve mekandan bağımsız olamaz. Eğer bunlardan herhangi biri - madde, mekan veya zaman - eksikse, tümü eksiktir. Maddenin var olması için mekanın varlığı gereklidir, zamanın varlığı için maddenin varlığı gereklidir ve mekanın varlığı için de zamanın varlığı gereklidir. Bunların tümü birbirine bağımlıdır.
O halde, eğer zaman, pek çok filozofun iddia ettikleri gibi sadece bir hayal, bir illüzyon ise, bu durumda madde ve mekan da aynı şekilde hayaldir. Kuantum fiziğinin Kopenhag yorumuna göre, maddeyi izleyen olmadığı sürece madde var olamaz. (Vurgu orijinaline aittir)
Maddenin yalnızca duyu organlarımız aracılığıyla algılanabilir olması, yani gölge bir varlık olması, yine maddesel bir varlığı olan mekan kavramını da ortadan kaldırmaktadır. Mekanı biz dışarıda olarak algılarız, oysa geçmişte var olan bir yeri hayal ettiğimiz zaman mekan tümüyle beynimizin içindedir. Aslında dışarıda olduğunu farz ettiğimiz bir yere bakarken de, bunu düşünürken de mekan kavramı yalnızca beynin içinde oluşmaktadır. Karşımızda durduğunu farz ettiğimiz oda, beynimizde oluşan bir illüzyon, bir hayaldir.
Peter Russell, bu algı biçimini şu şekilde özetlemektedir:
Einstein'in çalışmaları aynı zamanda zaman ve mekanın mutlak olmadığını gösterdi. Bunlar, izleyicinin hareketine göre değişim gösterirler. Eğer siz, bana göre daha hızlı yürürseniz ve ikimiz de iki olay arasındaki mesafeyi ve zamanı ölçersek, - örneğin caddenin bir başından diğer başına doğru ilerleyen bir arabayı - siz aracı, benim gözlemlediğimden daha az mesafede ve daha az zamanda ilerliyor olarak gözlemlersiniz. Tam tersine, sizin bakış açınıza göre eğer ben sizden daha hızlı yürürsem, sizin referans aralığınıza göre, ben sizden daha az mekan ve zaman gözlemlerim. Garip değil mi? Evet. Bizim anlayabilmemiz neredeyse imkansız. Ama sayısız deney bunun gerçek olduğunu gösterdi. Yanlış olan, bizim genel zaman ve mekan kavramlarımız. Yine, bunlar da zihnimizde meydana geliyor ve dışarıda olanların mükemmel bir modelini oluşturmuyorlar.
Einstein, bu açıklamalarının sonrasında daha da ileri giderek maddenin bir enerji şekli olarak var olduğunu gösterdi. Bunun matematiksel formülü ise, ünlü E=mc2 eşitlemesi oldu.Kütlesi olan varlık, yalnızca bir enerji şekli olarak belirmekteydi. Peter Russell konuyla ilgili olarak şu açıklamaları yapmıştır:
Kütle fikri bile tartışmalıdır. Genel görecelik teorisine göre, Einstein kütlenin ve hızın ayırt edilemez olduğunu gösterdi. Asansörün içindeki bir insan, asansörün hızı aşağı doğru artınca, kendisini daha hafif hisseder. Durmak üzere hız kestiğinde ise daha ağır hisseder. Bu bir illüzyon değildir, tartılar bile ağırlığınızın değiştiğini gösterecektir. Bizim kütle olarak tecrübe ettiğimiz şey ayağımızın altındaki yerin meydana getirdiği basınçtır... Einstein'a göre, bizler sürekli olarak yavaşlamaktayız ve bunu kütle olarak hissederiz. Yörüngedeki bir astronot, uzay mekiğinin camına çarpıp da geçici bir yavaşlama yaşamadıkça, kütleyi hissetmez.
Zaman Gibi Mekan da Bir Algıdır
Einstein, teorisini ortaya atarken, ışık hızının evrensel bir sabit olduğunu bir gerçek olarak kabul etti. Ne kadar hızlı giderseniz gidin, ışık hızı her zaman sabitti ve %99 ışık hızına yakın bir hızla gitseniz bile ışık sizden saniyede 186,282 mil (299,791 km) hızlı gidiyor olacaktı. Bu hıza ulaşmak imkansızdı. Einstein'ın hesaplamalarına göre, gözlemcinin hızı arttığında zaman yavaşlamakta ve mekan (hareketin yönüne göre) büzülmekteydi. Işık hızına göre değişim gösteren bu kavramlar, kişiye göre farklılık göstererek mutlak olmadıklarını kanıtlamışlardı.
Peter Russell, bu durumu şu şekilde tanımlar:
... Siz ne kadar hızlı hareket ederseniz edin, her zaman ışığın hızını saniyede 186,282 mil olarak ölçeceksiniz - tıpkı Michealson ve Morley'in bulduğu gibi. Hatta saniyede 186,281 mil hızla gidiyor olsanız da, ışık sadece saniyede 1 mil hızla sizi geçmiş olmayacak, hala 186,282 mil hızla gidiyor olacak. Işığın hızına küçük bir miktar dahi yetişememiş olacaksınız.
Bu tamamen sağduyuya aykırıdır. Ama bu örnekte, burada yanlış olan sağduyudur. Bizim zihinsel gerçeklik modellerimiz, hızları, ışık hızından çok daha düşük olan günlük deneyimlerimizden oluşmaktadır. Işık hızına yakın bir hızda, gerçeklik oldukça farklıdır.
Gözlemcinin hızı artarken, zaman yavaşlamakta, mekan da hareketin yönüne göre büzülmektedir. Einstein, uzay ve zaman olarak kabul ettiğimiz şeylerin zaman-mekan bütününün bir parçası olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla zaman ve mekan, doğrudan algıya bağlı olarak yaratılmaktadır.
Einstein, uzay ve zaman olarak kabul ettiğimiz şeylerin zaman-mekan bütününün bir parçası olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla zaman ve mekan, doğrudan algıya bağlı olarak yaratılmaktadır. Böylece, göreceli yaşanan bir dünyanın parçası haline gelirler. Dünyanın zihindeki görüntüsünü oluşturabilmek için zaman ve mekan algısı gereklidir. Ama bunların asıl gerçekliği ifade ettiğini iddia ettiğimizde yanılırız. Çünkü dışarıdaki gerçek mekan kavramı ile hiçbir zaman muhatap olmayız.
Fred Alan Wolf, bunu şu şekilde açıklar:
Einstein'in genel rölativite kuramına göre, madde zaman ve mekandan bağımsız olamaz. Eğer bunlardan herhangi biri - madde, mekan veya zaman - eksikse, tümü eksiktir. Maddenin var olması için mekanın varlığı gereklidir, zamanın varlığı için maddenin varlığı gereklidir ve mekanın varlığı için de zamanın varlığı gereklidir. Bunların tümü birbirine bağımlıdır.
O halde, eğer zaman, pek çok filozofun iddia ettikleri gibi sadece bir hayal, bir illüzyon ise, bu durumda madde ve mekan da aynı şekilde hayaldir. Kuantum fiziğinin Kopenhag yorumuna göre, maddeyi izleyen olmadığı sürece madde var olamaz. (Vurgu orijinaline aittir)
Maddenin yalnızca duyu organlarımız aracılığıyla algılanabilir olması, yani gölge bir varlık olması, yine maddesel bir varlığı olan mekan kavramını da ortadan kaldırmaktadır. Mekanı biz dışarıda olarak algılarız, oysa geçmişte var olan bir yeri hayal ettiğimiz zaman mekan tümüyle beynimizin içindedir. Aslında dışarıda olduğunu farz ettiğimiz bir yere bakarken de, bunu düşünürken de mekan kavramı yalnızca beynin içinde oluşmaktadır. Karşımızda durduğunu farz ettiğimiz oda, beynimizde oluşan bir illüzyon, bir hayaldir.
Peter Russell, bu algı biçimini şu şekilde özetlemektedir:
Einstein'in çalışmaları aynı zamanda zaman ve mekanın mutlak olmadığını gösterdi. Bunlar, izleyicinin hareketine göre değişim gösterirler. Eğer siz, bana göre daha hızlı yürürseniz ve ikimiz de iki olay arasındaki mesafeyi ve zamanı ölçersek, - örneğin caddenin bir başından diğer başına doğru ilerleyen bir arabayı - siz aracı, benim gözlemlediğimden daha az mesafede ve daha az zamanda ilerliyor olarak gözlemlersiniz. Tam tersine, sizin bakış açınıza göre eğer ben sizden daha hızlı yürürsem, sizin referans aralığınıza göre, ben sizden daha az mekan ve zaman gözlemlerim. Garip değil mi? Evet. Bizim anlayabilmemiz neredeyse imkansız. Ama sayısız deney bunun gerçek olduğunu gösterdi. Yanlış olan, bizim genel zaman ve mekan kavramlarımız. Yine, bunlar da zihnimizde meydana geliyor ve dışarıda olanların mükemmel bir modelini oluşturmuyorlar.
Einstein, bu açıklamalarının sonrasında daha da ileri giderek maddenin bir enerji şekli olarak var olduğunu gösterdi. Bunun matematiksel formülü ise, ünlü E=mc2 eşitlemesi oldu.Kütlesi olan varlık, yalnızca bir enerji şekli olarak belirmekteydi. Peter Russell konuyla ilgili olarak şu açıklamaları yapmıştır:
Kütle fikri bile tartışmalıdır. Genel görecelik teorisine göre, Einstein kütlenin ve hızın ayırt edilemez olduğunu gösterdi. Asansörün içindeki bir insan, asansörün hızı aşağı doğru artınca, kendisini daha hafif hisseder. Durmak üzere hız kestiğinde ise daha ağır hisseder. Bu bir illüzyon değildir, tartılar bile ağırlığınızın değiştiğini gösterecektir. Bizim kütle olarak tecrübe ettiğimiz şey ayağımızın altındaki yerin meydana getirdiği basınçtır... Einstein'a göre, bizler sürekli olarak yavaşlamaktayız ve bunu kütle olarak hissederiz. Yörüngedeki bir astronot, uzay mekiğinin camına çarpıp da geçici bir yavaşlama yaşamadıkça, kütleyi hissetmez.