Bilmemek, hatırlama üzerine, yalnızlık, yabancılaşma, yurtsuzluk, bellek ve unutuş üzerine bir roman. Yoğunluk, derinlik, duyarlık ve yorum açısından Milan Kundera'nın en önemli yapıtlarından olduğu kesin.
Yazar BİLMEMEK’te kendi kendine şu soruyu soruyor: “Göç sanatçıların yaratıcı güçlerini zayıflatır mı? Sanatçının yaratıcı esini doğduğu ülkenin köklerinden beslenmediği zaman tükenir mi?” Kundera’nın kendi durumunu da ortaya koymaya yönelik bir soru bu; yirmi yıldan beri kendisini evlat edinen Fransa’da yaşayan bu sürgündeki yazar, günümüzde hala komünizmin sanatçı kurbanı simgesi olarak yaşıyor ve yazıyor.
Zorunlu olsun olmasın göç, yirminci yüzyılı nitelendiren olaylardan biri ve Kundera için çifte anlamı var: Yazarı hem ülkesinden, hem de ana dilinden sürgün etmiştir. Kundera son üç yapıtını (Ölümsüzlük, Yavaşlık, Kimlik) Fransızca yazmıştır ve eleştirmenler bu romanları Çekçe yazdığı romanlardan daha yetersiz bulmuşlardı. Parise göç etmek zorunda kalmak ve dilini değiştirmek yazarın da yaratıcı gücünü etkilemiştir sanki. Bellekle ilgili efsaneler ve sürgün yaşamının dramından söz eden Bilmemek parlak ve derinlikli bir roman.
Romanı sık raslanan temalar üzerine kurulmuş, dairesel yolculuklar, geçmişe dönüşler, eve dönüş, Homeros Odeyseeeia’da Ithaka’ya, kayıp vatana duyulan nostaljinin ve ona kavuşmanın destanını anlatır. Kundera romanına Odeysseia’nın beşinci şarkısından bir alıntı ile girer, Odysseues şöyle der: “Ama gene de her gün ettiğim tek dua oraya dönmek, gün doğumunu evimde görmek”.
Romanı baş kahramanları Irena ve Josef adında iki göçmen, belki de sürgün demek daha doğru. 1968 Sovyet işgalinden sonra Prag’ı terk ederler;Josef Danimarka’ya, Irena da Paris’e yerleşir. 1989 yılında Berlin Duvarı çökünce her ikisi de anavatanlarına dönmeye karar verirler.İkisinin de dramı aynıdır. Kendilerini vatanlarından koparan vahşi kader yüzünden acı çekerler. Irena Pariste, Josef Danimarka’da kendine yani bir yaşam inşaa etmiştir. Yirmi yıl sonra kendilerini gençliklerinin aşağılanmış ve boyun eğmiş Çekoslavakyası’na değil, yeni Çek Cumhuriyeti’ne götüren uçakta karşılaşırlar. İkisi de bu yolculuklarının aslında anlamsız bir yolculuk olduğunun, yıllar önce bıraktıkları yaşama yüreklerinin derinlerinden geri dönmek istemediklerinin farkında değildirler; onları vatanlarına çeken özlem, ıstırap ve bilmemektir (vatanım uzakta kaldı, orada neler olduğunu bilmiyorum).
İstenmeyen çocuklar olan Irena ve Josef kendilerini unutmuş bir ülkeye geridönerler,ne dostlari anımsar onları ne de akrabaları; geçmişle korktukları gibi ürkütücü bir karşılaşma da yaşamazlar çünkü geçmişleri de yoktur. Josef yokluğu sırasında görünmeyen bir süpürgenin gençliğine ait görüntüleri, kendisine tanıdık gelen her şeyi süpürdüğünü düşünür. Geriye ne heyecan kalmıştır ne kayıtsızlık ne de sevinç. Josef yeterince özlem duymadığı için acı duyar, bunu belleğinin mazoşist bir deformasyonu olarak adlandırır. Geçmişini düşününce kendinden memnun olmadığı zamanları anımsar yalnızca ve bu nedenle geriye mümkün olduğu kadar az bakar.
Böylelikle Kundera bize mazoşist bellek yasasını Sunar: Insanlar yaşamlarınınn farklı bölümlerini unuturken her şeyin üzerine en hoşlanmadıkları dönem ve olayların örtüsünü örterek kendilerini daha özgür,daha hafif hissederler. Ama tehditkar geçmiş hep yanıbaşılarında durmaktadır. Kundera bellek kavramını yaşanmış zamanlarla insanın belleğine depoladığı zamanlar arasında matematiksel bir ilişki olarak nitelendirir. Belki de belleğimiz yaşadıklarımızın milyonda, milyarda birini koruyordur ancak, bu noktada Kundera, insan belleğinin eleştirisi diye adlandırdığı konuya değinir: Sevdiğimiz biriyle ya da sevgili bir dostla yaşadığımız ortak yaşamdan kalan anıları birer birer toplasak ne kadar zaman edecektir, bir dakika mı, iki dakika mı?
Irena ve Josef geçmişlerinin koridorlarında dolaşırken o yaşamı pek anımsamasalar da durmadan kendi hayatlarının kalıntılarına takılırlar Irena’nın bir birahanede buluştuğu arkadaşları her cümlelerine “Anımsıyor musun...” diye başlarlar, “hani.. olmuştu ya....” Irena arkadaşlarının kendisini denediklerini , onların anımsadıklarını anımsayıp anımsamadığını yokladıklarını anlar, arkadaşları yaban ellerde geçirdiği yirmi yılla ilgilenmezler bile, Irena’nın yaşamının yirmi yılını keser atar, onu kötürüm bırakırlar; çok çok geçmişte kalan bölük pörçük anıları şimdiye iliştirmeye çalışırlar.
Uzun süre anadillerinden uzak kalan insanların çektikleri lingustik zorlukları çeker, kaygıları duyarlar, bu nedenle kendilerini ortak ve tümüyle kendine özgü bir dili olan cinselliğe teslim ederler. İlk kez sevişirken Çekçe mahrem sözcükleri telafuz eder, Çekçe bir başkasına dokunur, cinsel yakınlıklarını ve cinsel anlamda yaşadıklarını Çekçe birbirlerine iletirler. Belki de uzun süre sürgünde yaşamış olan insanların yolculuklarını sonunda kavuşabilecekleri yegane Ithaka da budur.
Bilmemekte bu tarz pek çok olay var. Pariste yaşamış olan Irena ,kendi vatanında bile bir göçmen olduğuna ve bunun değişmeyeceğine dair bilince, kendine Prag’da rüküş bir giysi aldığında ve dükkanın vitrininde kendini gördüğünde varır.Vatanında kalmış olsaydı, vitrinde gördüğü rüküş kadın olacaktı, ancak değildir; anavatanından bir Praglıdan çok Parislidir ve göçmenlik varlığına öyle işlemiş bir durunmdadır ki, vitrindeki kadın olmasına imkan yoktur artık.. Ne Paris’te bir Praglı ve de Prag'da bir Parislidir ; bir göçmendir ve bu varoluşsal konumunun değişmesine olanak yoktur. Josef de otelinin penceresinden ne anlama geldiğini bir türlü çözemediği bir reklam panosu görünce benzer duygular yaşar. Ayrıca Josef’in eski bir komünist olan N: ‘le karşılaşıp iki arkadaşın bir türlü anlaşamamaları, yani aynı dili konuşup, aynı ideolojiden söz edememeleri, birbirlerinin sözcüklerinin anladıkları halde sözlerin anlamını çözememeleri Kundera’nın kusursuz bir uslupla çağımızın en büyük ikilemlerinden birini anlattığı olağanüstü güçlü kurgulanmış bir bölüm..
Kundera bu kısacık romanında yaşamın en önemli gerçeklerine değiniyor:. Arzu edilen yerde bulunamamak, arkadaşlık, unutuş, özlem, bilmemek..
Kundera kişisel Odeyssei'a’sını anlattığı bu romanında “ geri dönüş efsanesinin “ günümüzde hala geçerli olup olmadığını sorup, kendi yanıtını arıyor.
Yazar BİLMEMEK’te kendi kendine şu soruyu soruyor: “Göç sanatçıların yaratıcı güçlerini zayıflatır mı? Sanatçının yaratıcı esini doğduğu ülkenin köklerinden beslenmediği zaman tükenir mi?” Kundera’nın kendi durumunu da ortaya koymaya yönelik bir soru bu; yirmi yıldan beri kendisini evlat edinen Fransa’da yaşayan bu sürgündeki yazar, günümüzde hala komünizmin sanatçı kurbanı simgesi olarak yaşıyor ve yazıyor.
Zorunlu olsun olmasın göç, yirminci yüzyılı nitelendiren olaylardan biri ve Kundera için çifte anlamı var: Yazarı hem ülkesinden, hem de ana dilinden sürgün etmiştir. Kundera son üç yapıtını (Ölümsüzlük, Yavaşlık, Kimlik) Fransızca yazmıştır ve eleştirmenler bu romanları Çekçe yazdığı romanlardan daha yetersiz bulmuşlardı. Parise göç etmek zorunda kalmak ve dilini değiştirmek yazarın da yaratıcı gücünü etkilemiştir sanki. Bellekle ilgili efsaneler ve sürgün yaşamının dramından söz eden Bilmemek parlak ve derinlikli bir roman.
Romanı sık raslanan temalar üzerine kurulmuş, dairesel yolculuklar, geçmişe dönüşler, eve dönüş, Homeros Odeyseeeia’da Ithaka’ya, kayıp vatana duyulan nostaljinin ve ona kavuşmanın destanını anlatır. Kundera romanına Odeysseia’nın beşinci şarkısından bir alıntı ile girer, Odysseues şöyle der: “Ama gene de her gün ettiğim tek dua oraya dönmek, gün doğumunu evimde görmek”.
Romanı baş kahramanları Irena ve Josef adında iki göçmen, belki de sürgün demek daha doğru. 1968 Sovyet işgalinden sonra Prag’ı terk ederler;Josef Danimarka’ya, Irena da Paris’e yerleşir. 1989 yılında Berlin Duvarı çökünce her ikisi de anavatanlarına dönmeye karar verirler.İkisinin de dramı aynıdır. Kendilerini vatanlarından koparan vahşi kader yüzünden acı çekerler. Irena Pariste, Josef Danimarka’da kendine yani bir yaşam inşaa etmiştir. Yirmi yıl sonra kendilerini gençliklerinin aşağılanmış ve boyun eğmiş Çekoslavakyası’na değil, yeni Çek Cumhuriyeti’ne götüren uçakta karşılaşırlar. İkisi de bu yolculuklarının aslında anlamsız bir yolculuk olduğunun, yıllar önce bıraktıkları yaşama yüreklerinin derinlerinden geri dönmek istemediklerinin farkında değildirler; onları vatanlarına çeken özlem, ıstırap ve bilmemektir (vatanım uzakta kaldı, orada neler olduğunu bilmiyorum).
İstenmeyen çocuklar olan Irena ve Josef kendilerini unutmuş bir ülkeye geridönerler,ne dostlari anımsar onları ne de akrabaları; geçmişle korktukları gibi ürkütücü bir karşılaşma da yaşamazlar çünkü geçmişleri de yoktur. Josef yokluğu sırasında görünmeyen bir süpürgenin gençliğine ait görüntüleri, kendisine tanıdık gelen her şeyi süpürdüğünü düşünür. Geriye ne heyecan kalmıştır ne kayıtsızlık ne de sevinç. Josef yeterince özlem duymadığı için acı duyar, bunu belleğinin mazoşist bir deformasyonu olarak adlandırır. Geçmişini düşününce kendinden memnun olmadığı zamanları anımsar yalnızca ve bu nedenle geriye mümkün olduğu kadar az bakar.
Böylelikle Kundera bize mazoşist bellek yasasını Sunar: Insanlar yaşamlarınınn farklı bölümlerini unuturken her şeyin üzerine en hoşlanmadıkları dönem ve olayların örtüsünü örterek kendilerini daha özgür,daha hafif hissederler. Ama tehditkar geçmiş hep yanıbaşılarında durmaktadır. Kundera bellek kavramını yaşanmış zamanlarla insanın belleğine depoladığı zamanlar arasında matematiksel bir ilişki olarak nitelendirir. Belki de belleğimiz yaşadıklarımızın milyonda, milyarda birini koruyordur ancak, bu noktada Kundera, insan belleğinin eleştirisi diye adlandırdığı konuya değinir: Sevdiğimiz biriyle ya da sevgili bir dostla yaşadığımız ortak yaşamdan kalan anıları birer birer toplasak ne kadar zaman edecektir, bir dakika mı, iki dakika mı?
Irena ve Josef geçmişlerinin koridorlarında dolaşırken o yaşamı pek anımsamasalar da durmadan kendi hayatlarının kalıntılarına takılırlar Irena’nın bir birahanede buluştuğu arkadaşları her cümlelerine “Anımsıyor musun...” diye başlarlar, “hani.. olmuştu ya....” Irena arkadaşlarının kendisini denediklerini , onların anımsadıklarını anımsayıp anımsamadığını yokladıklarını anlar, arkadaşları yaban ellerde geçirdiği yirmi yılla ilgilenmezler bile, Irena’nın yaşamının yirmi yılını keser atar, onu kötürüm bırakırlar; çok çok geçmişte kalan bölük pörçük anıları şimdiye iliştirmeye çalışırlar.
Uzun süre anadillerinden uzak kalan insanların çektikleri lingustik zorlukları çeker, kaygıları duyarlar, bu nedenle kendilerini ortak ve tümüyle kendine özgü bir dili olan cinselliğe teslim ederler. İlk kez sevişirken Çekçe mahrem sözcükleri telafuz eder, Çekçe bir başkasına dokunur, cinsel yakınlıklarını ve cinsel anlamda yaşadıklarını Çekçe birbirlerine iletirler. Belki de uzun süre sürgünde yaşamış olan insanların yolculuklarını sonunda kavuşabilecekleri yegane Ithaka da budur.
Bilmemekte bu tarz pek çok olay var. Pariste yaşamış olan Irena ,kendi vatanında bile bir göçmen olduğuna ve bunun değişmeyeceğine dair bilince, kendine Prag’da rüküş bir giysi aldığında ve dükkanın vitrininde kendini gördüğünde varır.Vatanında kalmış olsaydı, vitrinde gördüğü rüküş kadın olacaktı, ancak değildir; anavatanından bir Praglıdan çok Parislidir ve göçmenlik varlığına öyle işlemiş bir durunmdadır ki, vitrindeki kadın olmasına imkan yoktur artık.. Ne Paris’te bir Praglı ve de Prag'da bir Parislidir ; bir göçmendir ve bu varoluşsal konumunun değişmesine olanak yoktur. Josef de otelinin penceresinden ne anlama geldiğini bir türlü çözemediği bir reklam panosu görünce benzer duygular yaşar. Ayrıca Josef’in eski bir komünist olan N: ‘le karşılaşıp iki arkadaşın bir türlü anlaşamamaları, yani aynı dili konuşup, aynı ideolojiden söz edememeleri, birbirlerinin sözcüklerinin anladıkları halde sözlerin anlamını çözememeleri Kundera’nın kusursuz bir uslupla çağımızın en büyük ikilemlerinden birini anlattığı olağanüstü güçlü kurgulanmış bir bölüm..
Kundera bu kısacık romanında yaşamın en önemli gerçeklerine değiniyor:. Arzu edilen yerde bulunamamak, arkadaşlık, unutuş, özlem, bilmemek..
Kundera kişisel Odeyssei'a’sını anlattığı bu romanında “ geri dönüş efsanesinin “ günümüzde hala geçerli olup olmadığını sorup, kendi yanıtını arıyor.