İnsan Evrende Saklı Düzen

ra_su Cuma, 15 Ekim 2010 11:25

İnsan Evrende Saklı Düzen - İsmet Yalçın

Bilim adamları insan beyninin holografik bir sistemle çalıştığını ifade etmektedirler. Bu konuda öncü çalışmaları bulunan Dr. Pribram, beynin holografik bir yapısı olduğu ihtimalini öne sürdüğü ilk makaleyi 1966'da yayımladı ve daha sonraki yıllarda bu düşüncesini geliştirmeye ve arıtmaya devam etti. Bu arada diğer araştırmacılar onun bu kuramıyla ilgilenmeye başlamışlardı; böylece, hafızanın ve görme duyumunun, beynin içinde yaygın durumda bulunan yapısının holografik modelle açıklanabilen tek nörofizyolojik bilmece olmadığı çabucak anlaşıldı.
Holografi, beynimizin ufacık bir alana bu denli çok anıyı nasıl sığdırabildiğini de açıklamaktadır aynı zamanda. Büyük fizikçi ve matematikçi John von Neumann bir keresinde ortalama bir insan yaşamı boyunca beynin 2.8 x 1020 (280.000.000.000.000.000.000) bilgi parçası depolamakta olduğunu hesaplamıştı. İşin ilginç yanı, hologramların da şaşırtıcı bir bilgi depolama kapasitesine sahip olmasıdır. Üzerine iki lazer ışığı düşürülen bir film parçasının yüzeyine, bu ışınlarda ufak bir açı değişikliği yapılmasıyla birçok farklı imgeyi kaydetmek olasıdır. Bu biçimde filme kaydedilmiş herhangi bir imge, o film parçası kaydı yapan iki lazer ışınıyla aynı açıda tutulan bir lazer ışınıyla aydınlatıldığında yeniden oluşabilmektedir. Bu yöntemi kullanan araştırmacılar, iki buçuk santimetre karelik bir film parçasının elli kalın ciltli bir kitabın kapsadığı miktarda bilgiyi depolayabildiğini hesaplamışlardır.

 

Hatırlama ve Unutma Yeteneğimiz

Yukarıda ifade ettiğim sayısız imgeler barındıran holografik film parçaları aynı zamanda hatırlama ve unutma yeteneğimize de bir açıklama getirebilmektedir. Bir lazer ışınına tutulan bu tür bir film parçasını ileri geri oynatacak olursak bu filmin içerdiği çeşitli imgeler parıltılı bir akış içinde belirir ve kaybolur. Hatırlama yeteneğimizin de, bir film parçası üzerinde parıldayan bir lazer ışınının belirli bir imgeyi çağırmasına benzer bir olgu olabileceği öne sürülmüştür. Aynı biçimde, bir şeyi hatırlayamadığımız zaman da bu durum, sayısız imgeler taşıyan bir film parçası üzerinde parlayan çeşitli ışınların, doğru açıyı bulamadıkları için aramakta olduğumuz imgeyi/hatırayı oluşturamamasına benzetilebilir.
Pribram, holografik modelin aynı zamanda, öğrenmiş olduğumuz becerileri bedenimizin bir bölümünden diğerine aktarma yeteneğimize de ışık tuttuğuna inanıyor. Şimdi oturduğunuz yerde bu makaleyi okurken, sol dirseğinizi kaldırıp ilk adınızı havada yazmayı deneyin. Belki bunun oldukça kolay bir iş olduğunu göreceksiniz ama bu büyük ihtimalle daha önce denemediğiniz bir şey olmalı. Bu size şaşırtıcı bir yetenek gibi gelmeyebilir, ancak klâsik görüşe göre beynin çeşitli bölgeleri (örneğin dirseğinizin hareketlerini yöneten bölgesi) birbirleriyle doğrudan bağlantılı hâldedir, diğer bir deyişle, bu bölgeler belirli hareketleri ancak bu hareketleri yineleme yoluyla öğrendikten sonra beyin hücreleri arasında kurulabilen uygun sinirsel birleşimler sonucunda yapabilmektedir ve bu tam bir bilmecedir. Pribram'a göre, eğer beyin, yazı yazmak gibi öğrenilmiş becerilerin anıları da içinde olmak üzere tüm anılarını, girişim yapabilen dalga formlarından oluşan bir dile dönüştürebiliyorsa, durum daha anlaşılır olacaktır. Böylesi bir beyin tasarımı çok daha esnek olacaktır ve hünerli bir piyanistin bir şarkıyı bir tondan diğerine transpoze edebilmesi gibi depoladığı bilgileri kolaylıkla dolaştırabilecektir.

Aynı esneklik, tanıdık bir yüzü nasıl olup da hangi açıdan bakarsak bakalım hemen hatırlayabildiğimizi de açıklamaktadır. Yine aynı biçimde, beyin, bir yüzü (ya da başka bir nesneyi ya da sahneyi) bir kez belleğine kayıtlayıp onu dalga formlu bir dile dönüştürdü mü, bu içsel hologramı bir anlamda evirip çevirip, onu dilediği perspektiften bakarak inceleyebilir.

 

Hologramın Matematiksel İfadesi

Hologramın gelişimini sağlayan kuramlar ilkin 1947'de Dennis Gabor tarafından formüle edilmişti. Oysa, Gabor hologram düşüncesini ilk ortaya attığında lazerleri düşünmemişti. Onun amacı o sıralarda ilkel ve kusurlu bir araç olan elektron mikroskobunu geliştirmekti. Onun konuya yaklaşımı matematiksel olmuştur, kullandığı matematikse, on dokuzuncu yüzyılda Fransız Jean B. J. Fourier tarafından geliştirilmiş bir hesaplama yöntemiydi.

Fourier'in geliştirdiği yöntem, kabaca söylemek gerekirse, ne denli karmaşık olursa olsun herhangi bir deseni, basit dalgalardan oluşan bir dile dönüştürmekti. Bu dalga formlarının orijinal desene yeniden nasıl dönüştürülebileceğini de göstermişti. Diğer bir deyişle bu işlem, bir televizyon kamerasının herhangi bir imgeyi elektromanyetik frekanslara dönüştürmesi ve daha sonra bir televizyon setinin bunları yeniden orijinal imgeye çevirmesine benziyordu; Fourier benzer bir sürecin matematiksel olarak nasıl oluşturulabileceğini göstermişti. İmgeleri dalga formlarına dönüştürmek için kullandığı dengeleme sistemine Fourier Dönüşümü adı verilmişti.

Fourier dönüşümleri, Gabor'un bir nesnenin resmini holografik bir film parçasının üzerindeki bulanık girişim desenlerine dönüştürebilmesini ve bu girişim desenlerini yeniden orijinal nesnenin imajına dönüştürecek bir yol geliştirebilmesini sağladı. İşin aslında, hologramın her bir parçasının içerdiği özel bütün, herhangi bir imge ya da desenin Fourier'in dalga boyları diline çevrilmesiyle ortaya çıkan bir yan üründür.

 

Dansçının Dalga Formu Olarak Görünümü

Ancak, Pribram'ın açığa çıkarttığı bulgulardan en ilginç olanı Rus bilim adamlarından Nikolai Bernstein'in fiziksel hareketlerimizin bile beyinlerimizde Fourier'in dalga formlarıyla kayıtlanmakta olduğunu ortaya koyması olmuştur. 1930'da Bernstein bazı kişilere bedenlerine oturan siyah tulumlar giydirdi ve dirseklerini, dizlerini ve diğer eklemlerini beyaz noktalarla boyadı. Sonra bu kişileri siyah fonlar önüne yerleştirerek dans ederken, yürürken, sıçrarken, çivi çakarken, daktilo yazarken vb. fiziksel eylemlerde bulunurken filme çekti.

Filmi banyo ettiğinde perdede yalnızca çeşitli karmaşık ve akıcı hareketler yapan beyaz noktalar belirdiğini gördü . Buluşlarını nicelendirmek için bu farklı nokta dizilerini Fourier çözümlemesinden geçirdi ve onları dalga formlarına çevirdi. Dalga formlarının, deneklerinin bir sonraki hareketlerini çok küçük bir farkla önceden görebilmesine olanak veren bazı gizli desenler içermekte olduğunu büyük bir şaşkınlıkla gördü.
Pribram Bernstein'ın çalışmasıyla karşılaşınca, onun neyi ima ettiğini derhal algıladı. Bu gizli desenlerin Bernstein'ın yaptığı Fourier çözümlemesinden sonra ortaya çıkışının nedeni belki de bu hareketlerin beyin içinde bu biçimde depolanmakta oluşu yüzündendi. Bu çok heyecan verici bir olasılıktı, çünkü eğer beyin, hareketleri kendi frekans öğelerine bölerek çözümlüyorsa, bu durum, birçok karmaşık fiziksel deneyimi nasıl böyle çabucak öğrenmekte olduğumuzu açıklayabilirdi. Örneğin, bisiklete binmeyi öğrenirken bu süreci en küçük parçasına dek algılayabilmek için beynimizi zonklayıncaya kadar zorlamıyorduk. Bu akıp giden eylemin tümünü kavrıyorduk. Eğer beynimiz bilgiyi parça parça, birer birer depoluyor olsaydı, birçok fiziksel eylemi böylesi akıcı bir bütünlük içinde nasıl öğrenmekte olduğumuzu açıklamak çok zor olacaktı. Ancak, beynimiz bu gibi deneyimleri Fourier çözümlemesiyle algılıyor ve bunları bir bütün olarak emiyorsa bu durumu anlamak çok daha kolay olacaktır.

 

Evren Bir Hologramdır

Bu hayranlığı anlamak zor değildir. Fizikçilerin atomlardan oluşan şeylerin iç derinliklerinde buldukları o yeni ve garip dünya, Marco Polo'nun ayak basmış olduğu yerlerden çok daha büyüleyiciydi. Bu denli heyecan uyandırmasının nedeni ise, bu yeni dünyayla ilgili her şeyin geçerli mantık ve sağduyuya ters düşmekte olmasıydı. Burası doğal dünyanın bir uzantısı değildi; sanki büyü yoluyla yönetilen bir ülkeydi; mistik güçlerin geçerli olduğu ve mantıksal olan her şeyin uyuya kaldığı bir Alice'in Harikalar Ülkesi'ydi.

Kuantum fizikçilerinin şaşırtıcı buluşlarından biri de şuydu: Bir maddeyi en küçük parçalarına varıncaya dek parçalayacak olursanız, sonunda öyle bir nokta geliyordu ki, bu parçacıklar -elektronlar, protonlar vb.- artık o nesnenin ayırt edici özelliğini taşımaz oluyordu. Örneğin, çoğumuz için bir elektron ufak bir küre ya da fırıl fırıl dönen bir havalı tüfek saçmasıdır, ama bilinen gerçekliğin sınırlarını hiçbir şey aşamaz. Ancak, bir elektron bazen yoğun, ufak bir parçacıkmış gibi davranırsa da, fizikçiler onun aslında sözcüğün tam anlamıyla hiçbir boyuta sahip olmadığını görmüşlerdir. Bu, bizim için hayal edilemeyecek bir şeydir, çünkü bizim varlık düzeyimizdeki her şeyin boyutları vardır. Ancak yine de bir elektronun genişliğini ölçmeye kalkışırsanız, bunun olanaksız bir iş olduğunu görürsünüz. Basitçe söyleyecek olursak, bir elektron, bizim anladığımız anlamda bir nesne değildir.

Fizikçilerin başka bir buluşu da, elektronların bazen bir parçacık, bazen de bir dalga olarak belirmekte oluşudur. Bir elektronu kapalı bir televizyonun ekranına çarptıracak olursanız, ekran camını kaplayan fosforsu kimyasal maddenin üzerinde ufak bir ışık noktası belirecektir. Elektronun ekran üzerinde bıraktığı o tek nokta, onun doğasındaki parçacık benzeri yönü açıkça ortaya koymaktadır.

Ancak elektronun olabileceği tek biçim bu değildir. O aynı zamanda, lekemsi bir enerji bulutu içinde eriyerek uzaya yayılmış bir dalga gibi davranabilir. Elektron bir dalga biçiminde ortaya çıktığında hiçbir parçacığın yapamayacağı şeyleri yapabilir. Onu üzerinde iki yarık bulunan bir engele fırlatacak olursanız, her iki yarığın da içinden aynı anda geçtiğini görürsünüz. Hatta, dalga benzeri elektronlar birbirleriyle çarpıştıklarında girişim desenleri oluştururlar. Sözün kısası elektron, folklorik inançlardan fırlamış bir "şekil-değiştiren" gibi bazen bir parçacıktır, bazen de bir dalga.

Bukalemunu hatırlatan bu yetenek tüm atomaltı parçacıklar için geçerlidir. Aynı zamanda bu durum, bir zamanlar yalnızca dalga oldukları kabul edilen her şey için geçerlidir. Işık, gama ışınları, radyo dalgaları, röntgen ışınları; bütün bunlar dalga biçiminden parçacık biçimine dönüşüp yine dalga biçimine geri dönerler. Günümüzde fizikçiler atomaltı fenomeninin yalnızca dalga ya da yalnızca parçacık olarak sınıflandırılamayacağına inanmaktadırlar, ancak bu şeyler tek bir kategoride toplanmak istenirse, her nasıl oluyorsa, hem parçacık hem de dalga olduklarını söylemek gerekir. Bu şeylere topluca, kuanta adı verilmektedir ve fizikçiler bunların tüm evreni oluşturan temel madde olduğuna karar vermiştir.

Bütün bu anlatılanların en şaşırtıcı yönü ise, kuanta'nın, yalnızca kendilerine baktığımız zaman parçacık olarak görünmekte olduğu konusunda inandırıcı kanıtlar bulunmasıdır. Örneğin, bir elektronun gözlenmediği süre içinde bir dalga biçiminde belirdiğine işaret eden deneysel bulgular vardır. Fizikçiler bir elektronun gözlenmediği süre içinde nasıl davranmakta olduğunu anlayabilmek için bazı kurnazca stratejiler geliştirmiş ve sonuçta böyle bir kanıya varmışlardır. Bu görüşün, elde edilen kanıtların yorumlarından yalnızca biri olduğuna dikkati çekmek gerekir. Tüm fizikçiler aynı görüşte değildir, Bohm'un kendisi de olaya daha farklı bir yorum getirmiştir.

Yine, bu durum doğal dünyada karşılaşmaya alışkın olduğumuz davranış biçimlerinden çok, sihirli bir olaya benzemektedir. Yalnızca baktığınız zaman bir bowling topu biçiminde beliren bir bowling topuna sahip olduğunuzu düşünün. Bowling sahasının her yerine talk pudrası serptikten sonra böyle bir "kuantum" topunu hedeflere doğru yuvarlayacak olursanız, top ona baktığınız süre içinde tek bir çizgi çizerek ilerleyecektir. Ama o ilerlerken gözlerinizi kırpacak olursanız, kendisine bakmadığınız o bir iki saniye içinde bowling topununun düz bir çizgi değil de, bir çöl yılanının yan yan kum üzerinde ilerlerken bıraktığı orak biçimli dalgalara benzer izler bırakmış olduğunu görürsünüz .

Bu durum bir kuantum fizikçisinin, kuanta'nın ancak kendisine bakıldığında parçacığa dönüştüğü yolundaki ilk kanıtla karşılaşmasına benzer. Bu yorumu destekleyenlerden biri olan fizikçi Nick Herbert, bazen, arkasını döndüğünde dünyanın her zaman "kökeni belirsiz ve amaçsızca akıp duran bir kuantum çorbası" olduğu duygusuna kapıldığını söylemiştir. Ama ne zaman yüzünü çevirecek olsa, dünya yeniden her zamanki gerçekliğine dönüşüyordu. Bu durumun bizi biraz, ipeğin dokunuşunu hiçbir zaman duyumsayamayan ve dokunduğu her şeyi altına dönüştürdüğü için hiçbir insan eline dokunamayan efsanevî kral Midas'a benzettiğini düşünüyor Herbert. "İnsanoğlu da tıpkı aynı biçimde kuantum gerçekliğinin dokusunu asla deneyimleyemez," demiştir, "çünkü dokunduğumuz her şey maddeye dönüşüyor.”

 

Bohm ve Karşılıklı Bağlantılar

Kuantum gerçekliğinin David Bohm'un özellikle ilgisini çeken yönü, birbirleriyle hiçbir ilişkisi olmayan atomaltı olguları arasındaki garip bir karşılıklı bağlantı olduğunu gösteren durumlardır. En şaşırtıcı olanı ise diğer fizikçilerden çoğunun bu olguya fazla önem vermemiş olmasıydı. İşin aslında, öylesine dikkat çekmemişti ki, karşılıklı bağlantı olgusunun sonradan en ünlenmiş örneklerinden biri, bir kuantum fizikçisinin temel görüşleri içinde birkaç yıl hiç farkına varılmadan gizlenmişti.

Bu görüş, kuantum fiziğinin kurucularından biri olan Danimarkalı fizikçi Niels Bohr'a aitti. Bohr'a göre, eğer bir atomaltı parçacığı yalnızca bir gözlemcinin önünde var oluyorsa, o zaman bir parçacığın gözlemlenmediği zamanki niteliklerinden ve belirleyici özelliklerinden söz etmenin bir anlamı yoktu. Bu görüş, birçok fizikçiyi rahatsız etmişti, çünkü bilim büyük ölçüde, fenomenlerin niteliklerinin anlaşılmasını temel alan bir disiplindi. Ancak gözlemleme eylemi gerçekte bu gibi niteliklerin yaratılmasına yardım ediyorsa, o zaman bu durum, bilimin geleceği konusunda neyi ima etmekteydi? Bohr'un görüşünden rahatsız olan fizikçilerden biri de Einstein'dı. Einstein, kendisinin kuantum kuramının oluşmasında oynadığı rol ne olursa olsun, bu acemi bilimin tuttuğu yoldan hiç de memnun değildi. Bohr'un, gözlemlenmediği zaman bir parçacığın özelliklerinden söz edilmeyeceği yolundaki görüşüne özellikle karşı çıkıyordu, çünkü bu görüş, kuantum fiziğinin diğer bulgularıyla birleştirildiğinde, atomaltı parçacıklar arasında, bir biçimde, karşılıklı bir bağlantı olduğuna işaret ediyordu ki, Einstein böyle bir olasılığa kesinlikle inanmıyordu.

Bu bulgu, bazı atomaltı süreçler sonucunda birbirine benzer ya da yakından ilişkili özellikleri olan parçacık çiftlerinin yaratılmakta olduğunu ortaya koyuyordu. Örneğin, fizikçilerin pozitronyum adını verdiği son derece değişken bir atomu düşünelim. Pozitronyum atomu bir elektron ve bir pozitrondan (pozitron, pozitif elektrik yükü taşıyan bir elektrondur) oluşur. Bir pozitron, elektronun antiparçacık karşıtıdır, bu ikisi sonunda birbirini yok ederek iki ışık ya da iki "foton" kuantasına ayrışır ve birbirine ters yönlere doğru uzaklaşır (bir parçacık biçiminden diğer bir parçacık biçimine girmek bir kuantumun yeteneklerinden yalnızca birisidir.) Kuantum fiziğine göre fotonlar birbirlerinden ne kadar uzaklaşmış olurlarsa olsunlar, her zaman aynı polarizasyon açısına sahiptirler. (Polarizasyon, fotonun doğduğu kaynaktan uzaklaşırken büründüğü dalga benzeri görünümün uzamsal yönelimidir.)

Zamanla fizikçilerin çoğu Bohr'u haklı bulmuş ve onun yorumunun doğru olduğuna karar vermiştir. Bohr'un zaferine katkıda bulunan olgu, kuantum fiziğinin, fenomenleri önceden haber vermek konusunda son derece gösterişli başarılar elde etmiş olmasıdır, fizikçilerin pek azı bu yorumun bazı yönlerden yanlış olabileceği olasılığını dikkate almıştır. Buna ek olarak, Einstein ve arkadaşları ikiz parçacıklar hakkındaki önermelerini yaptıkları sırada teknik olanaklar ve diğer bazı nedenler bu konuda deneyler yapılabilmesini engelliyordu. Bu durum, onların yenilgilerini kolaylaştırmış oldu. Bohr bu önermesini, ileride göreceğimiz gibi, Einstein'ın, kuantum kuramına karşı yaptığı saldırıyı karşılamak amacıyla oluşturmuş olmasına karşın, ne gariptir ki, Bohr'un atomaltı sisteminin bölünemez olduğu yolundaki görüşü, gerçeğin doğasıyla ilgili olarak çok derin imalarda bulunmuştur. Gülünçtür ama, bu imalar da görmezden gelinmiş ve karşılıklı bağlantı konusunun içerdiği önem bir kez daha hasır altı edilmiştir.

 

Canlı Bir Elektron Denizi

Genç bir fizikçi olduğu yıllarda Bohm da Bohr'un önermesini kabul etmiş ama Bohr'un ve takipçilerinin karşılıklı bağlantı konusuna fazla önem vermemiş olmaları onu şaşırtmıştı. Pennsylvania Devlet Kolejinden mezun olduktan sonra, Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'ne girmiş ve 1943'de doktorasını almadan önce, Lawrence Berkeley Radyasyon Lâboratuvarında çalışmıştı. Orada, kuantumlar arası karşılıklı bağlantının çarpıcı bir örneğiyle karşılaştı.

 

Bohm, Berkeley Radyasyon

Laboratuvarı'nda plâzma üzerine bir çalışma yapıyordu. Bu çalışması ileride kendi konusundaki kilometre taşlarından biri olarak kabul edilecekti. Bir plâzma, yüksek yoğunlukta elektronlar, pozitif iyonlar ve pozitif yüklü atomlar taşıyan bir gazdır. Bohm, elektronların bir plâzma içine girer girmez bağımsız davranış biçimlerini bırakarak daha geniş bir bütünün, karşılıklı bağlantı içinde bulunan parçalarıymış gibi davrandıklarını şaşkınlıkla gözlemledi. Gelişigüzel bireysel eylemler içindeymiş gibi görünmelerine karşın, sayısız elektron bir arada şaşılacak kadar iyi örgütlenmiş etkiler üretebiliyordu. Plâzma, sanki amip türü bir yaratıkmış gibi, sürekli olarak kendisini yeniliyor ve tüm kirlilikleri-biyolojik bir organizmanın yabancı bir varlığı bir kist içinde toplamasına benzer biçimde- bir duvar içine alıyordu. Bu organik nitelikler Bohm'u o denli şaşırtmıştı ki, sonradan sık sık, bu elektron denizinin "canlı" olduğu izlenimine kapıldığını söyledi.

Bohm, 1947'de Princeton Üniversitesi'nde yardımcı profesör olarak çalışması için yapılan öneriyi kabul etti-bu kendisine ne kadar değer verildiğinin bir işaretiydi- ve orada metallerdeki elektronların incelenmesi konusunda Berkeley'de yaptığı araştırmayı genişletti. Elektronların rastlantısalmış gibi görünen bireysel eylemlerle son derece örgütlü etkiler üretebildiklerini bir kez daha gördü. Berkeley'de incelediği plâzma gibi, bunlar da artık birbirinin ne yapacağını bilen iki parçacığa ilişkin durumlar değildi, ama, tüm bu parçacık okyanusu içindeki parçacıklardan her biri sanki sayısız trilyonlarca diğer parçacığın ne yaptığını biliyormuş gibi davranıyordu. Bohm, elektronların bu tür kolektif davranış biçimlerine plâzmonlar adını verdi ve bu buluş onun dünya çapında bir fizikçi olarak tanınmasını sağladı.

 

Yeni Bir Tür Alan ve Lincoln'ü Öldüren Kurşun

Einstein'le yaptığı konuşmalardan sonra Bohm, Bohr'un yorumuna alternatif olabilecek işe yarar bir yol aramaya başladı. Elektron türünden parçacıkların, bir gözlemci olmadığı zaman da var olduklarını varsayarak işe başladı. Ayrıca, Bohr'un dokunulmaz duvarının altında daha derin bir gerçeklik, bilim tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir kuantum-altı düzeyi bulunduğunu da varsaydı. Bu önermelere dayanarak ve sadece, bu kuantum-altı düzeyde yeni bir alan bulunduğunu varsaymak suretiyle, kuantum fiziğinin bulgularını en az Bohr kadar açıklayabildiğini fark etti. Bohm bu öngörülen yeni alana kuantum potansiyel alanı adını verdi ve bu alanın da tıpkı yer çekimi gibi uzayın tümüne egemen olduğunu tasarladı. Ancak yer çekimli alanların, manyetik alanların ve diğerlerinin tersine, bu alanın etkisi aradaki uzaklıklardan ötürü azalmıyordu. Bu alanın etkisi karmaşık ve hemen hemen fark edilmez düzeydeydi.

Bohm yazdığı kitabında, bilimin nedenselliğe bakışının da oldukça sınırlı olduğunu öne sürdü. Birçok sonucun yalnızca bir ya da birkaç nedeni olduğu varsayılıyordu. Ancak Bohm'a göre, bir sonucun sonsuz nedeni olabilirdi. Örneğin, herhangi bir kimseye Abraham Lincoln'ün ölümüne neden olan şeyin ne olduğunu soracak olursak, büyük olasılıkla John Wilkes Booth'un silâhından çıkan kurşunu neden göstereceklerdi. Ancak Lincoln'ün ölümüne katkıda bulunan tüm nedenleri kapsayan eksiksiz bir listenin, silâhın gelişimine yol açan tüm olayları, Booth'da Lincoln'ü öldürme isteği uyandıran tüm etkenleri, insanoğlunun gelişimini, elinin bir silâh tutma yeteneğini kazanmasına olanak veren tüm basamaklara dek her şeyi sıralaması gerekirdi. Bohm kişinin, herhangi bir sonuca yol açan engin nedenler çağlayanını çoğu kez görmezden gelebileceğini kabul ediyordu; ancak, hiçbir neden-sonuç ilişkisinin evrenin bütününden asla ayrılamayacağı gerçeğini akılda tutmanın bilim adamları için taşıdığı önem üzerinde duruyordu.

 

Mekânsızlık

Yaşamının bu döneminde Bohm, kuan-tum fiziğine getirdiği alternatif yaklaşımını geliştirmeyi sürdürdü. Kuantum potansiye-linin anlamını dikkatle inceledikçe, bu alanın, klâsik görüşlerden daha köktenci bir biçimde ayrılmakta olduğunu ima eden başka özellikleri olduğunu da fark etti. Bunlardan biri de bütünselliğin önemiydi. Klâsik bilim, tüm bir sistemin durumunu, yalnızca parçaları arasındaki ilişkilerin sonucu olarak görüyordu. Oysa, kuantum potansiyeli bu görünüşü tersine döndürüyor ve parçaların davranışlarının gerçekte bütün tarafından örgütlenmekte olduğuna işaret ediyordu. Ve bu durumda, Bohr'un, atomaltı parçacıkların bağımsız "şeyler" olmayıp, bölünmez bir sistemin parçaları olduğu yolundaki görüşünü yalnızca bir adım ileriye götürmekle kalmıyor, giderek en önemli gerçekliğin bütünsellik olduğunu da öne sürüyordu.
Bu görüş aynı zamanda, plâzma içindeki elektronların nasıl olup da, parçalarının birbirleriyle bağlantılı olduğu bir bütün gibi davranmakta olduklarını da açıklıyordu. Bohm'un dediği gibi, böyle "elektronların ortalığa saçılmamaları, kuantum potansiyeli yoluyla tüm sistemin, örgütlenmemiş bir kalabalıktan çok bale dansçılarınınkine benzer eşgüdümsel bir hareket içinde oluşları yüzündendi." Yine, "elektron eylemlerinin böylesi bir kuantum bütünselliği içinde olması bir makinenin, parçalarının biraraya getirilmesi suretiyle sağlanan birliğinden çok, canlı bir varlığın parçaları arasındaki örgütlü birliğe çok daha yakındır." diye yazıyordu Bohm.

Kuantum potansiyelinin daha da şaşırtıcı başka bir özelliği, bir yer kaplama kavramı konusunda düşündürdükleridir. Günlük yaşam düzeyimizde nesnelerin belirgin yerleri vardır, ancak Bohm'un kuantum fiziğine getirdiği yoruma göre, kuantum-altı düzeyde, kuantum potansiyelinin geçerli olduğu düzeyde, bir yer kaplama olgusu ortadan kalkmaktadır. Uzaydaki herhangi bir nokta, diğer noktaların tümüyle eşitlenmektedir, bu yüzden de herhangi bir şeyin diğer herhangi bir şeyden ayrı olduğunu söylemenin bir anlamı yoktur. Fizikçiler bu özelliğe "mekânsızlık" adını veriyorlar.
Kuantum potansiyelinin bu "mekânsızlık" görünümü Bohm'un, ikiz parçacıklar arasındaki ilişkiyi, herhangi bir şeyin ışık hızından daha hızlı hareket etmekte olduğunu ileri sürerek şu ünlü görecelik (rölâtivite) yasağını çiğnemesine gerek kalmadan açıklayabilmesine olanak verdi. O, bu durumu şöyle açıklıyordu: Bir akvaryumun içinde yüzen bir balığı düşünün. Ayrıca, daha önce hiçbir akvaryum ve balık görmemiş olduğunuzu da kabul edelim. Bunlar hakkındaki bilgiyi iki televizyon kamerası aracılığıyla ediniyorsunuz. Bu kameralardan biri akvaryumun önüne, diğeri de yan tarafına yerleştirilmiş olsun. Bu iki kameranın monitörlerine baktığınızda, ekranlarda görmüş olduğunuz balıkların iki ayrı balık olduğunu düşünebilirsiniz. Kameralar farklı açılarda yerleştirilmiş olduğu için, görüntüledikleri imgeler de biraz farklı olacaktır. Ancak izlemeyi sürdürdüğünüz takdirde, sonunda iki balık arasında bir ilişki olduğunu fark edersiniz. Birisi dönünce, diğeri de biraz farklı ama diğeriyle uyumlu bir dönüş içinde olacaktır. Birisi önden göründüğünde, diğeri yandan görünecektir vb. Eğer durumun tümüyle farkında olmadığınızı düşünecek olursak, balıkların birbirleriyle anında iletişim kurdukları gibi yanlış bir kanıya sahip olabilirsiniz, ama durum böyle değildir. Burada hiçbir iletişim yoktur, çünkü daha derin bir gerçeklik düzeyinde, akvaryumun gerçeklik düzeyinde, iki balık da aslında bir ve aynı balıktır. Bir pozitronyum atomu çözüldüğü zaman ortaya çıkan iki foton söz konusu olduğunda ise, parçacıklar arasında olup biten şey özellikle budur.
Gerçekten de durum böyledir, çünkü, kuantum potansiyeli uzayın her yanını kapsar ve tüm parçacıklar birbirleriyle mekânsızlık içinde karşılıklı bağlantı içindedir. Üstüne üstlük Bohm'un geliştirmekte olduğu gerçeklik imgesi, uzay boşluğunda hareket eden birbirlerinden ayrı atomaltı parçacıklarından oluşmuyordu, tam tersine, her şey bölünmez bir ağın parçalarıydı ve içinde hareket eden madde kadar gerçek ve zengin süreçlerle dolu bir uzay tarafından içerilmekteydi.

 

Holograma Giriş

Bohm maddenin içine daha çok daldıkça, düzen kavramının içinde de farklı dereceler bulunduğunu farketti. Bazı şeyler diğerlerinden daha düzenliydi, bu da belki, evrendeki düzen hiyerarşisinin bir sonu olmaması yüzündendi. Bohm, buradan, bizim düzensiz olarak algıladığımız şeylerin belki hiç de düzensiz olmayabileceği düşüncesine vardı. Belki onlarınki öylesine "sonsuz yükseklikte" bir düzendi ki, bize rastgele gibi görünüyordu (matematikçilerin rastgeleliğin formülünü bulamamış olmaları ilginçtir ve bazı rakamsal dizinler rastlantısallık kategorisine sokulmuş olmakla birlikte, bunlar yalnızca varsayım olmaktan öteye gitmemektedirler.)

Bu düşüncelere dalmış olan Bohm, bir BBC televizyon programında, düşüncelerini geliştirmesine yardım eden bir aygıtla karşılaştı. Bu aygıt özel olarak tasarlanmış ve içinde geniş bir döner silindir bulunan bir kavanozdu. Silindirle kavanoz yüzeyinin arasındaki dar boşluk gliserinle -koyu ve saydam bir sıvıyla- doldurulmuştu ve gliserinin içinde hareketsiz duran bir damla mürekkep vardı. Bohm'un ilgisini çeken şey, silindir kolu döndürüldüğünde mürekkep damlasının gliserin şurubunun içine yayılıp gözden kaybolur gibi olmasıydı. Ama kol ters yöne çevrilir çevrilmez, şurubun içindeki soluk mürekkep gölgesi hemen yeniden bir damla biçimini alıyordu.

Bohm, "Bu bana derhal, düzen sorunuyla yakından ilgili bir şeymiş gibi göründü," diye yazmıştı, "mürekkep damlası sıvının içine dağılmış durumdayken de 'gizlenmiş' (ya da ortaya çıkmamış) bir düzene sahipti, yeniden oluştuğunda önceki düzen de yeniden beliriyordu. Öte yandan alışılmış anlayışımıza göre, gliserinin içine yayılmış durumdayken mürekkep damlasının düzeninin bozulmuş olduğunu, 'düzensiz' bir duruma girdiğini söyleyebilirdik. Bu durum, burada yeni bir düzen kavramının söz konusu olduğunu görmeme yardım etti.”

 

Her Şeyin Bölünmez Bütünselliği

Bohm'un geliştirdiği düşüncelerden en önemlisi ise bütünselliktir. Bohm'a göre, kozmosta her şey saklı düzenin dikişsiz holografik kumaşından yapılmış olduğu için, evreni "parçalar"dan oluşmuş bir şey diye kabul etmek, tıpkı bir pınardaki farklı su kaynaklarının içinde akmakta oldukları suyun bütününden ayrı düşünülmesi gibidir. Elektron, "temel parçacık" değildir. O, holoeylemin belirli bir görünümüne verilmiş bir addır yalnızca. Gerçekliği parçalara bölüp bu parçalara birer ad vermek her zaman keyfe bağlı bir iş, geleneksel bir alışkanlık olmuştur, oysa süslü bir kilimin üzerindeki farklı motifler birbirlerinden ne kadar ayrıysa, atomaltı parçacıklar ve evrendeki diğer her şey birbirlerinden ancak o kadar ayrıdır.
Bu çok derin bir varsayımdır. Einstein, dünyayı sarsan genel görecelik kuramında uzay ve zamanın birbirinden ayrı varlıklar olmayıp, bölünmez uzay-zaman sürekliliği adını verdiği daha geniş bir bütünün pürüzsüz bir biçimde birleşmiş parçaları olduğunu söylemişti. Bohm, bu görüşü, dev bir adım daha ileriye götürmüştür. O, evrendeki her şeyin bir sürekliliğin parçası olduğunu söylemiştir. Görünen düzeydeki açık seçik ayrılığına karşın, her şey birbirinin dikişsiz bir uzantısıdır ve sonuçta her şey, hatta saklı ve belirgin düzenler bile birbirleriyle iç içe girmiş durumdadır.
Bir an durup bunu düşünelim. Elinize bakın. Şimdi de yanınızdaki lâmbadan akan ışığa bakın. Ve ayaklarınızın dibinde uzanmış köpeğe. Siz yalnızca aynı maddeden yapılmış değilsiniz. Siz aynı şeysiniz. Tek bir şey. Bölünmez bir şey. Sayısız kollarını ve eklentilerini tüm görülebilir nesnelerin, atomların, dalgalı okyanusların, kozmosta göz kırpan yıldızların içine uzatmış görkemli bir şey.

Bohm uyarır; bu, evrenin devasa, farklılaşmamış, bölünmemiş tek bir kütle olduğu anlamına gelmemektedir. Şeyler aynı zamanda hem bölünmez bir bütünün parçaları olabilir hem de kendi özgün niteliklerine sahip olmayı sürdürebilir. Bohm, bunu daha açık anlatabilmek için bir nehrin içinde sıklıkla oluşan ufak anaforları ve girdapları örnek gösterir. İlk bakışta bu anaforlar birbirlerinden ayrı şeyler gibi görünür ve büyüklük, hız, dönme yönü vb. gibi açılardan bireysel özellikler taşır gibidir. Ancak dikkatle inceleyince herhangi bir girdabın nerede başlayıp nehrin nerede bittiğine karar vermenin olanaksız olduğu anlaşılır. Böylece Bohm, "şeyler" arasındaki farklılıkların anlamsız olduğunu söylemiyor. Yalnızca bizden, holoeylemin çeşitli görünümlerini "şeyler"e bölme alışkanlığının bir soyutlama olduğunun sürekli olarak farkında olmamızı istiyor, bu bölme alışkanlığı söz konusu görünümleri düşünce tarzımıza uygun olarak algılayabilmemizi sağlayan bir yoldur yalnızca. Bu yanılgıyı düzeltme çabası içinde, holoeylemin farklı görüntülerini "şeyler" diye adlandırmak yerine, onlara "göreceli olarak bağımsız altbütünler" adını veriyor.

 

Şuur Maddenin Daha Süptil Bir Biçimidir

Bohm'un holografik evren tasarımı, kuantum fizikçilerinin karşılıklı bağlantı konusunda niçin bu kadar çok örnekle karşılaşmakta olduğunu açıklarken, ayrıca başka birçok bilmeceye de yanıt getirmektedir. Bunlardan biri de şuurun atomaltı dünyası üzerindeki görünür etkisidir. Daha önce gördüğümüz gibi, Bohm parçacıkların gözlenmedikleri zaman var olmadıkları düşüncesini kabul etmemektedir. Ancak ilke olarak şuuru ve fiziği biraraya getirme çabasına karşı değildir. Yalnızca ona göre, çoğu fizikçi, bağımsız bir şeyin -şuurun- başka bir bağımsız şeyle -bir atomaltı parçacığı ile- ilişkisi olduğunu söylerken bir kez daha gerçekliği parçalara bölmeye çalışmaktadır.

Bütün bunlar holoeylemin görünümleri olduğuna göre, Bohm, şuur ve madde arasındaki ilişkiden söz etmenin bir anlamı olmadığına inanmaktadır. Bir bağlamda, gözlemci ile gözlenen aynı şeydir. Gözlemci aynı zamanda ölçümü yapan aygıt, deney sonuçları, lâboratuvar ve lâboratuvarın dışında esen rüzgârdır. Aslında, Bohm şuurun, maddenin daha süptil bir biçimi olduğuna inanır; ona göre, ikisi arasındaki herhangi bir ilişkinin temeli bizim kendi gerçeklik düzeyimizde değil, saklı düzenin derinliklerinde yatmaktadır. Tüm maddelerin çeşitli gizlenme ve ortaya çıkma evrelerinde şuurluluk vardır. Belki de onun için plâzma, canlıların bazı özelliklerine sahiptir. Bohm'un öne sürdüğü gibi, "eylemi biçimlendirme yeteneği zihnin en tipik özelliğidir ve daha şimdiden elektronun 'zihnimsi' bir şeyler olduğunu görüyoruz."
Yine Bohm, evreni canlılar ve cansızlar diye ayırmanın da bir anlamı olmadığını söylüyor. Canlı ve cansız nesneler ayrılmaz biçimde birbirinin içine girmiştir ve yaşamın kendisi de, tüm evrenin içine gizlenmiş durumdadır. Hatta kayalar bile bir biçimde canlıdır, diyor Bohm, çünki yaşam ve zekâ yalnızca maddenin değil, "enerjinin", "uzayın", "zamanın", "tüm evreni oluşturan kumaşın" ve bizim holoeylemden soyutladığımız, yanılgıya düşerek ayrı şeyler gibi gördüğümüz her şeyin içindedir.

Şuurun ve yaşamın (ve aslında her şeyin) evrenin içinde bir arada topluca bulunduğu fikrinin aynı derecede çarpıcı bir başka yönü de var. Bir hologramın her parçasının bütünün imgesini taşımakta olduğu gibi, evrenin her bir parçası da tümünü içermektedir. Bunun anlamı şudur: Nasıl ulaşabileceğimizi bilirsek Andromeda galaksisini sol elimizin baş parmağının tırnağında da bulabiliriz. Aynı zamanda Kleopatra'nın Sezar'la ilk karşılaşmasına da tanık olabiliriz. Çünkü ilke olarak tüm geçmiş ve tüm geleceğin imaları uzay ve zamanın en ufak bölümüne varıncaya dek her yere yayılmış durumdadır. Bedenimizin her bir hücresi tüm kozmosu barındırır.

Eğer evrenimiz daha derinlerdeki bir düzenin yalnızca soluk bir gölgesiyse, kendi gerçekliğimizin karışık dokusu daha başka neleri saklamaktadır? Bohm'un bu konuda da bir diyeceği var: Günümüz fiziğinin anlayışına göre, uzayın her bir bölgesi değişik boylardaki çeşitli dalgalardan oluşan alanlarla yıkanıp durmaktadır. Her dalganın kendine özgü bir enerjisi vardır. Fizikçiler bir dalganın taşıyabileceği en az miktardaki enerjiyi ölçmek istediklerinde, uzay boşluğunun her bir santimetre küpünün, bilinen evrendeki tüm maddelerin toplam enerjisinden daha fazla enerjiye sahip olduğunu gördüler!

Bazı fizikçiler bu hesaplamayı ciddiye almak istememekte ve bir biçimde hata yapılmış olduğunu düşünmektedirler. Bohm ise, bu sonsuz enerji okyanusunun varlığına inanmakta ve gizli düzenin gözden uzak engin doğası hakkında bize az da olsa bir şeyler anlatmakta olduğunu ileri sürmektedir. O, çoğu fizikçinin, kendilerine dikkatlerini bu okyanusun içindeki maddelere yoğunlaştırmaları öğretildiği için, içinde yüzmekte oldukları denizin farkında olmayan balıklar misali, bu dev enerji okyanusunu görmezden geldiklerini düşünmektedir.

Bohm'un, uzayın en az, içinde hareket eden madde kadar gerçek ve süreçlerle dolu olduğu yolundaki görüşü, saklı enerji denizi hakkındaki düşüncelerinde tam olgunluğa ulaştı. Madde, sözde uzay boşluğu dediğimiz bu denizden bağımsız olarak var olamazdı. O uzayın bir parçasıydı. Söylemek istediklerini açıklayabilmek için Bohm, şöyle bir benzetme yaptı: Bir kristal, mutlak sıfır noktasına dek dondurulacak olursa, kristalin içindeki elektron akışı dışarıya elektron saçmadan sürüp gidecektir. Eğer ısı yükseltilecek olursa, kristalin içindeki çeşitli çatlakların saydamlıklarını yitirdiği görülecek, başka bir deyişle, bu çatlaklar dışarıya elektron saçmaya başlayacaklardır. Elektron açısından bakılacak olursa, kristalin içindeki bu gibi çatlakların hiçlik denizinde yüzen "madde" parçaları gibi görünmesi gerekir, ama durum böyle değildir. Hiçlik ve madde parçaları birbirlerinden bağımsız olarak var olamazlar. Her ikisi de aynı kumaşın, kristaldeki daha derin düzenin parçalarıdır.
Bohm aynı şeyin bizim varoluş düzeyimizde de geçerli olduğuna inanmaktadır. Uzayda boşluk yoktur. O doludur, bir vakum değil, maddeyle dolu bir alandır ve biz de dahil her şeyin var olduğu temeldir. Evren bu kozmik enerji denizinden ayrı değildir, evren bu denizin yüzeyindeki bir dalgacıktır, düşünülemeyecek kadar engin bir okyanusun ortasında, ona kıyasla ufak bir "uyarıcı desendir". "Bu uyarıcı motif, göreceli olarak özerktir ve tezahürün üç boyutlu belirgin düzenine yaklaşık olarak yinelenen, dengeli ve ayırt edilebilir yansımalar yapmaktadır." der Bohm.
Başka bir deyişle, görünürdeki maddeselliğine ve dev boyutuna karşın evren, kendi içinde ve dışında var olmayıp, daha geniş ve daha tanımlanamaz bir şeyin üvey çocuğudur. Daha da ötesi, evren bu daha geniş bir şeyin başlıca ürünü değildir, o yalnızca gelip geçen bir gölge, daha büyük bir tabloda yer alan bir hıçkırıktır yalnızca.

Bu sonsuz enerji denizi, saklı düzen içinde gizlenen tek şey değildir. Saklı düzen, evrenimizdeki her şeyi doğuran temel olduğuna, en azından var olan ya da var olacak olan her atomaltı parçacığını da kapsadığına göre; maddenin, enerjinin, yaşamın her konfigürasyonunu; kuazarlardan Shakespeare'in beynine, çift sarmaldan galaksilerin büyüklük ve biçimini kontrol eden güçlere kadar mümkün olan her şuurlu hareketi de kapsar. Ve hepsi bu kadar da olmayabilir. Bohm, saklı düzenin nesneler evreninin sonu olduğuna inanmak için hiçbir neden bulunmadığını da kabul ediyor. Bu düzenin ötesinde akla sığmayacak başka düzenler, daha ileri aşamaların sonsuz basamaklarına uzanmakta olabilir.

 

Bohm'un Holografik Evrenine Deneysel Destek

Fizik alanındaki bazı ümit verici bulgular Bohm'un haklı olabileceğini düşündürmektedir. Saklı enerji denizi göz ardı edilecek olsa bile, uzay ışık dalgaları ve diğer elektromanyetik dalgalarla doludur; bunlar sık sık birbirleriyle kesişmekte ve girişim desenleri oluşturmaktadır. Daha önce tüm parçacıkların da birer dalga olduğunu görmüştük. Bunun anlamı, fiziksel nesnelerin ve kendi gerçeklik düzeyimiz içinde algılamakta olduğumuz her şeyin girişim desenlerinden oluşmuş olduğudur. Bu olgu inkâr edilemez holografik imaları içermektedir.

Son yıllarda elde edilmiş başka bir deneysel bulgu da zorlayıcı bir kanıt oluşturmaktadır. 1970'de teknoloji, Bell'in ortaya atmış olduğu iki-parçacık deneyine uygulanabilirlik sağlamıştı; birkaç farklı araştırmacı bu yolda girişimlerde bulunmuş ve bulgular umut verici olmakla birlikte, içlerinde hiç birisi kesin sonuç elde edememişti. Sonra 1982'de, Paris Üniversitesinin Optik Enstitüsünde görevli fizikçiler, Alain Aspect, Jean Dalibard ve Gérard Roger bunu başardı. Bu kişiler, önce kalsiyum atomunu lazerle ısıtarak bir dizi ikiz foton elde ettiler. Sonra her fotonun 6.5 metrelik bir boru içinde iki aykırı yönde ilerleyerek kendisini iki olası polarizasyon çözümleyicisinden birine yönelten özel filtrelerden geçmesini sağladılar. Her iki filtrenin fotonları çözümleyicilerden birine ya da diğerine aktarması saniyenin 10 trilyonda biri kadar bir süre içinde gerçekleşti ve bu süre ışığın iki foton dizisine ayrılarak 30 metrenin tümünü geçme hızından, saniyenin 30 trilyonda biri kadar az bir zamandı. Böylece Aspect ve meslektaşları fotonların birbirleriyle bilinen herhangi bir fiziksel süreç aracılığıyla haberleşmeleri olasılığını ortadan kaldırmış oluyordu.
Aspect ve ekibi, kuantum kuramının öngördüğü gibi her fotonun ikiziyle aynı polarizasyon açısını ayarlayabildiğini gördüler. Bu, ya Einstein'nın ışıktan hızlı iletişim olamaz bildirisinin iflâs ettiği ya da iki fotonun mekân dışı bağlantısı olduğu anlamına geliyordu. Çünki fizikçilerden çoğu ışıktan hızlı süreçleri kabul etmek istemiyordu. Aspect'in deneyi genel olarak, iki foton arasında mekân dışı bir bağlantı olduğunun canlı bir kanıtı olarak karşılandı. Dahası, İngiltere'de, Tyne'daki Newcastle Üniversitesinden fizikçi Paul Davis'in gözlemlediği gibi, tüm parçacıklar birbirleriyle sürekli olarak etkileşip ayrıldıklarına göre, "kuantum sisteminin bu mekân dışı görünümü, doğanın genel bir özelliği olmalıydı". Aspect'in bulguları Bohm'un evren modeline büyük bir destek sağlıyordu.

Yukarıda bahsedilenlerden sonra söylenmesi gereken her şeyin henüz açıklayamadığımız bir şekilde birbiri ile bağlantıda olduğu ve birbirini etkilediği düşüncesidir. Bu da insana büyük sorumluluklar yüklemektedir.

Kaynak: Bu yazı Holografik Evren (Michael Talbot) isimli kitaptan özetlenmiştir