DDA ÖZÜNÜN RUHSAL KAMSAMDA ELE ALINMASI

ra_su Cumartesi, 22 Ocak 2011 09:43

Bir başlangıç yapmak için öncelikle doğru olabilecek bir varsayımdan yola çıkmak istiyoruz: Duyular dışı algı ile ruhun, büyük bir ihtimalle birbirinden ayrılamaz olduğunu kabul ediyoruz. Şaşkınlık oluşturan ve mantık ötesi aktiviteleri kaydeden bir zihin (veya beyin) olmadan, DDA’nın var olduğunu hemen hemen hiç kimse ileri süremezdi. Bu ifadeyi biraz daha derinleştirmek istiyoruz: Duyu dışı algı yardımıyla elde edilen bilgiler veya enformasyonlar, bir algıya hazırlıklı olan ve içlerinde ona karşı herhangi bir engel bulunmayan şuur alanlarında kaydediliyor.
Bu yüzden psişemizin sahaları, yeni tanımlanmış DDA’nın temel alanını oluşturmalıdır. Bu alan, bundan sonra tecrübeye adeta aykırı düşen kavramlarla değil, aksine bizim tecrübe alanımızdan alınan kavramlarla tarif edilmelidir. Psikoloji, insan psişemizin değişik yönleri için bir dizi kavram oluşturdu, fakat bunlardan sadece çok azı bizim amaçlarımız için uygundur.
Bu kavramları bizim DDA sahnemiz için kullanmak zorunda kalsaydık, tuhaf ve oldukça çirkin bir mizansen elde ederdik. Buradan ego için bir kavram, oradan alt şuur için bir kavram daha başka bir yerden üst şuur için bir kavram ve bundan sonra belki bir de 1, 2 ve 3 şuur durumları için ek kavramlar alırdık. Rüyalar, kendiliğinden oluşan tecrübeler, gündüz düşleri, l den 20’ye kadar değişen durumlar için kendimizi pek çok kavramla bağlamak zorunda kalırdık.
Sonra da bu kavramları, ne anlama geldiklerini anlayamadan, okuyarak kopya etmeye çalışırdık. Kendi psişemiz hakkında kendi tecrübelerimizi edinmek için kendimiz ile sezgisel olarak özdeşleştirebileceğimiz, hakikatin bir halkasını içeren kavramlara ihtiyacımız var. Gidip de durduk yerde, “Psişeni tanı!” diyemeyiz. Psişemizi hayatımızın her anında öğreniyor olmamıza rağmen, bu deneme sonuçsuz kalırdı. Psişemizin objektif kelimeler ile yansıma oluşturmasını, kendisini gerçek olarak açığa vurmasını ve bu hakikat anlamında hepimize tanıdık gelmesini sağlamalıyız.
Bu amaca ulaşabilmek için tek yol, benzetmelere başvurmaktır. Kullanabileceğimiz birçok benzetme var, fakat ben, bizim için özellikle uygun olan bir benzetmeye rastladım, çünkü bunun üç tane avantajı var: Herhangi bir kavram oluşturmuyor, psikoloji tarafından çürütülemiyor ve bizim tecrübe alanımıza hitap ediyor.
1904 yılında, psikolog olan Denton J. Snider’ın yazdığı bir eserde bu benzetmeden söz ediliyor. Snider’ın kitabı, birçok kavram oluşturan Freudçuluk, hakimiyeti eline geçirmeden ve daha da çok etiket oluşturan psikolojinin ihtisaslaşmış ve mekanik görüşleri hayata geçmeden önce var olan ruhun fenomenolojisine harika bir gezi yapıyor. Snider şöyle diyor: “Psikoloji kavramını, kendi yalınlığı içerisinde ele alırsak ruh ya da zihin bilimi anlamına geliyor. Böyle bir tanımlama bile, geniş bir hareket alanına izin veriyor. Bu hareket alanı değişik yazarlar tarafından bir ihtisaslaşma eğilimiyle değişik şekillerde sınırlandırılmıştır. Şu sıralar bilimin en yaygın görüşüne göre psikolojinin konusu; algılama, sezgi yeteneği, hafıza gibi psişenin fenomenleridir. Bu fenomenler, tarif edilmek ve bir çeşit düzen sistemine sokulmak üzere bu bilim dalı tarafından keşfedilir. Nasıl doğa bilimlerinin kendilerini adadıkları doğa fenomenleri varsa, psikoloji bilimi de psişenin fenomenleri ile ilgileniyor. Nasıl çiçeklerin çeşitleri varsa, psişenin aktivitelerinin de çeşitleri var; nasıl jeolojide yer katmanları varsa, psişenin de katmanları var. Bunun ardından fenomenlerin bu iki çeşidi arasındaki farkı görüyoruz. Jeolog yer katmanını algılıyor ve kendi şemasına koordine ediyor; fakat o kendisini, yer katmanını algılayan birisi olarak algılarsa, o zaman artık jeolog olarak değil, bir psikolog olarak hareket ediyordur. Zihin, kendisinin dışında bulunan bir objeyi gözlemlemekten, kendi aktivitesini gözlemlemeye geçtiği an, kendine özgü bir bilimi olan yeni bir alana adım atmış olur, bambaşka fenomenler karşısına çıkar.”
Snider’in değindiği iki özelliğe başka bir tane daha ekleyebiliriz, ki bu da sınır özelliğidir. Ve şunu söyleyebiliriz: Tıpkı doğadaki her şeyin çeşitli sınırları olduğu gibi, zihin de çeşitli sınırlara maruz kalır. Fazla alkol aldığımızda, uç olaylar yaşadığımızda, duyum artırıcı uyuşturucular aldığımızda ya da harika bir senfoniyi veya rock grubunu dinlediğimizde sınır kaymalarına maruz kalırız. Bu tür zihinsel algılanabilir fenomenler için ille de kavramlara ihtiyacımız yok. İsimleri olmasa da sürekli bir şekilde zihnimizde oluşuyorlar.
DDA’nın yeni alanını psişik aktivitelerin bu değişik sınıfları, bu değişik psişik katmanları ve psişik ufkun değişik kaymaları oluşturuyor. Öncelikle duyular dışı algının unsurlarını, ardından da değişik özelliklerini öğrenebildiğimiz çerçevede duyular dışı algı çalışıyor ve işliyor. Her birimizde bütün bunlar belli bir düzende vardır. Bu düzene “duyular dışı algı özünün ruhsal kapsamı” demek istiyorum. Bu kavram, başka bir etiket olma tehlikesiyle karşı karşıya, fakat tam olarak değil. Bu kavram, hiçbir tecrübeye dayanmayan akılsal bir etiketten ziyade tecrübelerden yola çıkarak bir hikaye anlatan mecazi bir kavramdır.
DDA özünün psişik yayılımı, tıpkı Türkiye’nin bozkırlarındaki, Amerika’nın orta batısında bulunan düzlüklerdeki ya da Meksika’nın ormanlarındaki müthiş tepelere benziyor. Dıştan bakınca ağaçlar ve çalılıklarla örtülmüş, yükselen tümseklere benziyorlar. Ara sıra bu tepeler çöplük görevini görüyorlar. Ve insan bazen bu tepelerde basit çanak çömlek, bir ok başı, küçük heykelcikler gibi küçük kalıntılar bulabiliyor.
Arkeologlar kazı işlerine başladıklarında, bunun bir tepe değil, bir kalenin kalıntıları, şahane bir anıt mezarlık veya büyük bir tapınak olduğu ortaya çıkar. Arkeolog kazıda ilerledikçe su basmanları, odaları, sanat eserlerini ve antik kitabeleri bulur ve bu anahtar nesnelerden yola çıkarak, bir zamanlar orada yaşamış olanların yaşam tarzı hakkında bir fikir edinebilir. Bu nesneler, onun, bu nesnelerin yüz yıllar boyunca görünmeyen, bilinmeyen ve ulaşılmaz olan amaçlarına ve hedeflerine sezgisel bir bakış atmasını sağlar.
Duyular dışı algıya geri dönersek, aklımıza çölde veya düzlükte çalılıklarla kaplı bir tepe gelmemeli elbette ki, fakat ruhta bir yükselti düşünmeliyiz. Çünkü DDA, ruhsal bir maharet veya sanattır. Bu ruhsal yükselti ruhun düzeylerinde veya katmanlarında gizlidir. DDA’nın yüzeyde toplanan nitelikleri hakkındaki fikirler doğada bulunan çalılıklara benzetilebilir.
Yüzeyde bulunan sanat eseri kalıntıları kendiliğinden ortaya çıkan DDA tecrübeleri ya da laboratuar sonuçlarıdır. Bu fenomenler, tıpkı çanak kırıkları veya küçük heykelcikler gibi en azından tepenin (yükselti) içine tam olarak girilmeden önce açıklama getirmiyor.
Bu ruhsal yükseltinin yüzeyindeki sanat eserlerine rağmen, bugüne kadar hiç kimse yükseltiyi kazmadı ya da özüne ulaşmadı. Ve bu yüzden içteki gizler, dıştaki yığınlar tarafından örtülü kalıyor.

DDA Süreçleri Görünmezdir

Yüzeydeki psişik örtüler nedeniyle paranormal süreçler, genelde bizim doğrudan mantal algımız için görünmez kalmaktadır. Herhalde zihnimizin şuurla şuurdışı arasındaki alanında veya alt şuurda meydana geliyorlar. Bununla birlikte duyular dışı bir tecrübe yaşadığımızda, bu görünmeyen süreçlerin uyanıklık veya şuur durumunda ortaya çıkan sonuçlarını görüyoruz.
Görünmeyen şeylerle uğraşıldığında, bunlar, genellikle gözle görülebilir veya elle tutulabilir, en azından düşünülebilir şeylerle karşılaştırılır. Bu yolla görünmeyen, bildik, düşünen şuurun akılsal bir şekilde meşgul olabileceği bir düzeye getirilir. Fakat hiçbir şekilde unutmamamız gerekir ki, şuur düzeyindeki uğraşlarımızı kolaylaştıran bu benzetmeler ve dayanaklar sadece geçicidir.
“Duyular dışı algı” kavramı görünmeyen bir şeyin ismidir ve durugörü, telepati ve uzaktan algı gibi başka görünmeyen süreçleri içerir. Bir kişi bin kilometrelik bir uzaklıkta meydana gelen bir faaliyeti veya hareketi “görüyor”; “görünen”in doğruluğu kanıtlanırsa, “Tamam, bu durugörüydü.” deniyor. Buraya kadar doğru, fakat “durugörü” diye tabir edilen süreç esnasında nelerin gerçekleştiği hakkında hiçbir şey öğrenmiş olmuyoruz.
İnsandaki paranormal fenomenlerin düzenli araştırması başladığından beri, duyular dışı algının da fiziksel duyular gibi çalıştığı fikrinden yola çıkılmıştır, yani gözlerimizle nasıl görüyorsak, DDA’da da tıpkı öyle “gördüğümüz”, kulaklarımızın duyduğu gibi “duyduğumuz” ve dokunma duyumuzun hissettiği gibi “hissettiğimiz” kabul edilmiştir. Bu tip beklentiler sebepsiz değildir, çünkü başarılı DDA durumlarında bu, gerçekten de böyleydi. DDA tecrübesini gerçekleştiren kişi, sanki gerçekten gözleriyle görmüşçesine oldukça net ve ayrıntılı DDA izlenimleri edinmişti.
Eğer durum gerçekten böyle ise, DDA süreçleri hep bu şekilde gerçekleşiyor diye yanlış bir fikre kapılmamız doğaldır. Ancak gerçekte elimizde olan şey, uygun koşullarda kendiliğinden oluşan, görünmeyen süreçlerin sonuçlarıdır. Bu oldukça tipik çalışma şekli, elde edilen sonucun DDA ile özdeş olduğu yolundaki beklentilerimizi doğruluyor ve manamızı kuvvetlendiriyor. Ancak böylece bu tip sonuçlan oluşturan görünmez süreçlerle her türlü temas imkanından uzaklaşıyoruz. Daha sonra göreceğimiz gibi DDA, aslında birçok değişik süreç çeşidinden oluşuyor. Bu süreçler, bir kişi DDA’dan herhangi bir şekilde yararlanmak istediğinde, görünmez bir biçimde meydana gelen bir dizi “ruhsal faaliyetlerin oluşmasıdır”.
Burada görünmeyen DDA süreçlerinin kendine özgü yönlerine daha derinlemesine girerken, daha yüksek içeriklerin izini kaybetmek ve özellikle de sıkça yapılan bir hataya düşmek istemiyoruz. “DDA sonucunu”, geniş ve görünmeyen psi sisteminden ayırıp izole ederek büyütecin altına koymak ve bu arada bu sonucu ortaya çıkaran kapsamlı paranormal hakikatlerle olan bağlantıyı kaybetmek istemiyoruz.
DDA - Evren Dil
INGO SWANN