oozleme Discussion started by oozleme 14 years ago

Fizik bedeni ayakta tutan, dolayısıyla onu canlı hale getiren etken, ruh enerjisidir. Ruh varlığı, enkarne olduğu organik bir yapıyı kendi tekamül sürecinin bir aracı olduğu için canlı hale getirir. Kendi gelişimini sağlayacağı bütün ortamlarla ilişki kurduğu andan itibaren, o ortamda kendi enerjisine uygun haller meydana getirir. Bu hallerden birincisi canlılık, ikincisi şuurluluk, üçüncüsü de harekettir.

Ruh varlığı hem organik hem de inorganik bünyelerle irtibata geçebilir. Bu şekilde bitki, hayvan, insan ve aradaki diğer varlıklar, formlar üzerinde önce bir canlılık, bir hayatiyet ortaya çıkar. Sonra her canlının kendi boyutuna uygun bir şuurluluk oluşur. Bu nedenle bir kiraz ağacının, bir kedinin de şuuru vardır, ancak o şuurla bizim beynimiz aracılığıyla tezahür etme imkanı bulan şuurluluğun kalitesi arasında çok büyük farklar vardır. Bir bitkinin yeşerip büyümesi, bir hayvanın da doğup büyümesi, kendine göre hayati bir faaliyet göstermesi onun şuurundan ileri gelir.


DNA’LARA HAKİMİYET

Bugün canlıları incelerken artık üzerinde durmamız gereken çok geniş bir alan var. Bu, DNA sarmalları veya kromozomlar tarzındaki genetik alandır. DNA’lar hücre çekirdeklerinin özünü oluşturmaktadır. Ruh varlığının asıl harekete geçirdiği ve kontrol ettiği yer DNA’lardır. Bir ruh varlığı DNA’ları kontrol edebildiği sürece o organik yapının bütünü üzerinde bir bilgi sahibidir ve bütünü üzerinde değişiklik yapabilecek bir iradeyi gösterebilir.

Bitki, hayvan veya insan bedeni, ruh varlığı için onun gelişimine yarayan bir araçtır. Bedenlenmek, ruh varlığı için asla bir amaç değil, doğrudan doğruya bir araçtır. Mümkün olduğu kadar geniş bir yelpaze içinde bilgi elde etme vasıtasıdır. Bu bakımdan tekrardoğuş da bir amaç değildir. Ruh varlığı için tekrardoğuş bir araştırma aracıdır. Kendi hedeflerine, tekamül ihtiyaçlarına uygun imkanları sağlayacağı için tekrar bedenlenmeye ihtiyaç duyulmuştur.

Ruh varlığının meydana getirdiği hareket halini sadece bedensel hareketler olarak ele almamak gerekir. DNA hareketlerinin bile çoklu bir alfabesi vardır. Onların yarattığı çok çeşitli kombinasyonlar, bugünkü ya da gelecekteki insanlığın durumunu belirleyen özelliklerdir. Varlık temelde bunlar üzerinde oynamaktadır. Biz ne kadar çok gelişmiş bir yetenekle donatmışsak, bu bedeni o derece ıslah etmiş oluruz.

DNA üzerinde ruh varlığının bir oynamasıyla, etki etmek suretiyle onda yeni kombinasyonlarla birlikte birtakım yeni yetenekler ortaya çıkar. Bu durum daha zeki, daha çok hafıza gücü, daha dayanıklı, sağlığa karşı daha duyarlı, şuur olaylarının daha sürekli bir şekilde tezahür etmesi, madde üzerinde daha şuurlu bir şekilde etkileşimde bulunabilmek tarzında görülebiliyor. Psişik yeteneklerin sık sık ortaya çıkması, birçok insanda görülmesinin maddesel bazdaki temeli de DNA’lardaki gelişmelerdir.

Şöyle düşünelim: Biz tekamül bakımından kozmos içerisinde oldukça yüksek bir vibrasyonel karakter taşıyan yahut o şekilde bir tesir alanı meydana getirmiş olan bir ruh varlığıyız. Acaba bu tesir alanımız alt seviyelerde bulunan titreşimlere sahip her maddesel vasatla uyum sağlayabilir mi? Bununla bir senkronizite kurabilir miyiz? Bu mümkün değil, bu yüzden birçok insanlar psişik yeteneklerini geliştiremezler veya bazıları psişik etkilere karşı duyarlı değilken, bazıları daha fazla duyarlıdır. Tezahür ettiğimiz zemin beden olduğuna, ruhsal enerji bedende göründüğüne göre, kendi tesirlerini bedende ortaya serebildiğine göre ; bu aracın, aldığı tesirleri en bakir ve aslına en uygun şekilde nakledebilmesi, tezahür ettirebilmesi gerekir. Bedenimiz ne kadar ustaysa aldığı ruhsal tesiri de o derece sağlam bir şekilde yansıtır. Bir insan, şu anda rahatsızsa, ruhsal etki almıyor mu, gibi bir soru sorulabilir. Elbette alıyor. Buradaki etkileşim mide ile, böbrekle yahut kalbin veya damarların çalışmasıyla ilgili değil. Buradaki maddesel etkileşimde en büyük rolü oynayan bizim esiri, yani perispirital bedenlerimizdir. Perispiri ile ilgili olan bölgelerdeki incelik ve yükseklik asıl ruh ve beden münasebetini en güzel şekilde tanzim eden, terazileyen bir unsurdur.

Ruh ve beden münasebetinde astrale en yakın olan taraf DNA sistemimizdir. Bu sistemin hassasiyeti, ondaki çok ince ölçüler bizim astral veya esiri, daha klasik tabiriyle perispirital bedenimizde çok büyük yankılanmalar meydana getiriyor. Aynı ruhsal plandan intikal eden etkiler de DNA üzerinde onun yeteneklerini, gücünü arttırıyor. Dolayısıyla çok ince derecelerde bile büyük duyarlılık kazanmasına sebep olabilecek bir hassasiyeti yaratıyor. Bu duyarlılık geliştikçe, birtakım psişik melekeler de ortaya çıkıyor.

Telekinezi olayı tamamen bir varlığın bedensel DNA’sındaki özel durumlara bağlı. O DNA, o dizilişinde, belirli bir formasyonu elde edememişse, daha henüz o tekamül aşamasına gelememişse telekinetik olgular yaratamaz. Fakat bunları biz, bir ideoloji olarak, tamam işte hayatın esası budur diye saptamıyoruz. Çünkü öyle olmadığını biz başka araştırmalarda da biliyoruz.

Nasıl insan zekasında gelişme evreleri tespit edilmişse, psişik gelişmelerde de aynı şekilde o tespitler vardır. DNA’lar da mütemadiyen hareket halindedir. Ruh enerjisinin meydana getirdiği o hareket meselesi doğrudan doğruya DNA’lar üzerinde yapılan aksiyondur ve bu en önemli olanıdır. Oradan itibaren birtakım ruhsal yeteneklerimizin tezahür etmesine imkan verecek maddesel yeni kombinasyonlar, yeni akış yolları ortaya çıkıyor. Örneğin, iyi bir elektrik akımını meydana getirebilmek için bakır telin üzerinde bulunan diğer çinko, demir gibi yan ürünlerin tamamen atılmış; altınsa içinden gümüş ve bakır süzülmüş, saflaşmış, tasfiye edilmiş bir duruma getiriliyor. Bu tasfiye benzer şekilde DNA’larımızın üzerinde olur ve onlar da olduğu gibi bütün bedene hakim olur. Telekinetik olaylarda bu çok önemli bir durumdur. Yapılan istatistik araştırmalarda telekinetik yeteneğin annede, babada, dedede ve daha öteki büyük dedelerde de mevcut olduğu tespit edilmiştir. Ama telepatide hatta durugörü medyomluğunda soya çekim fazla yoktur, nadiren çıkıyor. Hakikaten soyu incelenince dedelerinde, en azından kendi devrine göre bir telekinezi tezahürü görülür. Örneğin daha eskiden dedeleri radyestezi çalışmaları yapıyor. Derken torunlar kaşıkları bükmeye başlıyor ve daha ileri safhalarda fizyolojik tedavilere kadar gidebiliyor. Yani şifacılık oluyor ama bayağı kırılmış bir kemiği kaynatabiliyor, ezilmiş bir kası hemen iki günde doğrultabiliyor. İç kanaması olmuş bir yeri dağıtabiliyor vs. Bunlar hepsi telekinetik birtakım yeteneklerle oluyor ama bunların olabilmesi için biyolojik veya organik maddenin o yüksek, yaptırıcı etkileri taşıyabilecek güçte olması lazım.

Ruh ve beden münasebeti hakkında bizim yeni bir anlayışa ve bir kavrayışa sahip olmamız lazım. Eskiden şöyle bir örnek verilirdi: Bir bardak su var; içi boş bir mekan, o mekanın içerisine gene camın yoğunluğundan çok çok daha az yoğun olan akışkan bir maddeyi dolduralım. Klasik ruh ve beden münasebeti aynen bunun gibi anlaşılmaktaydı. Bedenin içindeki ruh; bardağın içine boşaltılmış su gibi düşünülürdü. Halbuki ruh ve madde münasebeti böyle değildir. Su, girdiği kabın şeklini alırsa ruh da bedenin şeklini alır, yani beden şeklinde tezahür ederdi. Halbuki bu örnek artık birçok sorunlarımızı halledebilecek durumda bir kavram değil. Çünkü bu bir kavramdır, insanların bilemedikleri bir şeyi kavrayabilmesi için verilmiş olan bir örneklemedir. Nitekim Galile’den evvel Batlamyus’un bir dünya ve evren tasavvuru vardı. Her şey dünyanın etrafında dönerdi, dünya merkez kabul edilmişti. Sonradan Galile, canı pahasına da olsa, bazı şeyleri değiştirmek gerektiğini ileri sürdü, savundu. Kendi ölümünden sonra da bu işler tamamen kabul edildi. Dünya bir merkez değildi, başka bir merkezin uydusu şeklinde, güneşin etrafında dolanan bir gök küresi olduğu ortaya çıktı. Yani her şey zaman içerisinde gelişmekte, kendi gerçekliğini ortaya koymaya çalışmaktadır.


RUH ve ZAMAN ENERJİSİ

Ruh enerjisi, madde kainatı ile hiçbir zaman direkt temas halinde bulunamıyor. Bu enerji yapısı itibarıyla böyledir. Çünkü bilgilerimize ve bildirildiğine göre, bütün mevcudatın meydana gelmesinde kullanılan iki temel enerji vardır. Biri ruhsal enerjidir, biri de zaman enerjisidir.

Zaman bir algılama değildir. Önce ve sonra tarzında lineer bir hat değildir. Psikolojik bir tarafı yoktur; zaman bir enerjiden ibarettir. Zaman enerjisi ile ruhsal enerji gerçek yaratıcı mahiyettedir. Bütün oluşumlar bu iki enerjinin biraraya gelmesinden meydana gelir. Ruhsal enerji zaman enerjisini kullanmadığı, onunla işbirliği yapmadığı sürece canlılığı da meydana getiremez. Ama zaman enerjisi ruhsal enerjinin organize edici asıl büyük gücünü kullanmadığı sürece de hiçbir şey meydana getiremez. Maddenin ayakta durabilmesi, maddenin madde olabilmesi, dağılmasının önüne geçilebilmesi için muhakkak ruhsal ve zaman enerjilerinin birarada, belli bir karşılaşma halinde bulunması gerekiyor. Bilhassa Vedalar’da bu iki enerjinin nasıl işlev içerisinde bulunduğu ve her şeyin esasının zaman olduğu anlatılıyor. Yunan’da da Kronos, kronoloji veya saat manasında değil, enerji manasında bir zaman olarak ele alınıyor. Saat olarak bildiğimiz o süreç de bu enerjetik durumun bir sonucudur.

Ruhsal enerji, beden veya canlandıracağı ortam her ne ise, onunla direkt yanak yanağa, el ele, parmak parmağa bir temas kuramaz. Yan yana gelmeleri, birbirlerine dokunabilmeleri, birbirlerinin enerjetik durumuyla doğrudan doğruya bağlantı kurmaları, yapıları ve cevherleri itibarıyla mümkün değil. O zaman başka türlü bir ilişki var. Bu ilişkiyi tesirle münasebette bulunmak, tesir alanlarıyla ilişki kurmak şeklinde ifade ediyoruz. Endüksiyon yoluyla etkileme hususu vardır fizikte. Endüksiyonda herhangi bir iletkenle bir yerden bir yere bir enerji nakledilmez. Bir enerji alanı vardır, bu alan yayılır. O alan içerisine girmiş olan başka bir cihaz o alanın istediği yönde hareket etmek zorundadır. Endüksiyon bobini dedikleri de aynı sistemle çalışır. Endüksiyon yoluyla her şey meydana geliyor. Doğrudan doğruya bir bağlantı yoktur. Arada bir mesafe var ve bu arayı zaman enerjisi dolduruyor. Ruhsal varlık canlandıracağı yapının üzerindeki bütün konrolü, bir etki alanı yaratmak suretiyle meydana getiriyor. Endüksiyondaki enerjinin çıkış yeri, doğrudan doğruya ruhun kendisi, ruhsal enerjidir. Onun kendi varlığı zaten enerjetik bir güç. Ve bir uzantı tarzında çeşitli cisimleri, çeşitli organik yapıları kendi koruma alanı içerisine alıyor.

Madde o alan içerisine girdiği vakit artık bütün iradi hareketleri, bütün sistemleri aynen uygulayan, onu yerine getiren bir yapıya bürünüyor. Canlı bir yapı. Hiç birimiz bedenimizin içinde değiliz. Kendimizi beynimizin epifiz noktasında, kalbimizin şurasında görmeyelim. Sadece bu organizmayı ayakta tutan şuurlu bir varlığız. Onu ayakta tutuyoruz. Bu farkındalığı o şuurumuzdan dolayı sağlıyoruz. Şuurumuzun yoğunlaştığı yer, şu beden ve bedenin meydana getirmiş olduğu çevredir. Onun için biz kendimizi hep bedenimizin içinde hissederiz. Sanki oradaymışız gibi, halbuki orada olan hiçbir şey yok. Sadece bir şuur yoğunlaşmasından ibaret. Şuurumuzu bulandıracak bir şey hissettiğimiz zaman, -Kendimde değildim, bayıldım, kendimden geçmişim, farkında bile değilim- diyoruz. İşte bu farkındalık veya farkında olmamak meselesi şuurun bir konsantrasyonudur.

Biz beden gibi araçları, dünya maddesi veya dünya denen kozmik yapı içerisindeki birtakım bilgileri edinmek için kullanıyoruz. Bu beden bizim bir çeşit dalgıç elbisemiz, atmosfere dalarken kullandığımız elbisemiz yahut dünya maddesine dalarken kullandığımız elbisemizdir. Burada bir şuur yoğunlaşması vardır, o şuur yoğunlaşmasından dolayı da biz kendimizi şimdi burada hissediyoruz. -Buradayım, görüyorum, dokunuyorum, vuruyorum, yürüyorum, düşünüyorum, kalkıyorum, bunu yapan benim- diyoruz. Ben dedirten de, bütün bu aksiyonları yaptırtan da gene bizim kendi öz benliğimiz, yani ruh varlığımızdır.

Ruhla beden münasebeti hiçbir şekilde iç içe girmiş vaziyette değil, doğrudan doğruya bir endüksiyon akımı yoluyla herhangi bir şeyi kendi alanımız içerisine almamızdan ibarettir. O halde bizim yaşama halimiz acaba sadece fizik bedenimize bağlı bir hayat mıdır? Biz sadece fizik bedenimizin içinde mi mevcuduz? Mademki bu derecede bir endüksiyon yoluyla her şeye hakimiz, o zaman bizim başka şeylere de hakim olma ihtimalimiz çok kuvvetli. Başka bedenlere de, başka organizmalara da, başka mekanlara da hakim olabiliriz. Ve nitekim öyledir. Sadece kendi bedenimizin değil, birçok bedenlerin sahibiyiz. Enkarnasyon sözcüğünü de çok geniş tutmak ve çok iyi anlamak lazım. Bu, bütün hayatımızca bize lazım olacak çok önemli bir kavramdır.

Bizim şuurumuzun, konsantrasyona ihtiyacı olduğu vakit, acaba onu her zaman şu andaki beynimiz vasıtasıyla tezahür ettirdiğimiz şuurumuzla mı yapıyoruz? Bu mümkün değil. Bu beynimiz vasıtasıyla ürettiğimiz şuur hareketiyle ilgili değil, tamamen serbest şuur dediğimiz bir halimizle vuku bulur. Serbest şuur hali endüksiyon yoluyla pek çok değişik mekanlarda tezahür etmek imkanına sahiptir. İnsan temelde %30 veya %40 nispetinde şuursal konsantrasyon olarak bedene yönelmiştir. %60’a yakın bir nispette de ruhsal dünyadadır. Asıl yaşayışımıza ruhsal dünyada devam ediyoruz.

 

Bizim için sonuçta şu çıkıyor: Ölmek, kalmak, yaşamak denmesinin hiçbir manası yok. Konsantrasyonumuzun bir kısmını buraya verdiğimiz zaman sanki doğmuş gibi oluyoruz. Çektiğimiz anda kendi bütünlüğümüze, öbür tarafa; ruhsal dünyadaki gerçek konsantrasyonumuza ulaştığımız zaman da ölmüş gibi oluyoruz. İşte ölmek ve doğmak bundan ibarettir. Beden, üzerindeki enerjetik alan kalktığı vakit, şuurdan ve hareketten mahrum hale gelen bir organik yapıdır. Şuur ve hareket olmadığı zaman da biz ona ölüdür diyoruz.

Böyle düşünür ve kavrarsak, pek çok meselelerimiz gayet kolay bir açılımla bize çok daha geniş ufuklar sağlıyor. Çok daha büyük imkanlar içerisinde olduğumuzu anlıyoruz. Böylece varlıklar arasındaki gerçek ruhsal irtibatlar ortaya çıkıyor. Ruhsal irtibat özel bir durum değil, her an olmakta olan bir durumdur. Tüm varlıklar arasında, bitkisiyle de hayvanıyla da bu bağlantı var; bizim kainatla ve bütün varlıklarla olan irtibatımız, külli varlık haline gelmemizin temelinde yatan husus budur. Endüktif yolla bazı maddesel ortamları, canlı kılmakta veya onlarla irtibat halinde bulunabilmekteyiz.

Sadece şu beden içerisinde varlığımızı sürdürmüyoruz. Bunu sürdürürken aynı zamanda çok daha başka bir ortam içerisinde başka bir varlık sistemini de diri halde tutabiliyor, canlı hale getirebiliyoruz. Ama denilebilir ki onların anısı nerede? Bu hatırlama meselesi o kadar mühim bir iş değildir. Biz üç gün evvel akşam vakti yediğimiz yemeğin de ne olduğunu hatırlamayız. Hafızaya dayalı bir şeylerle meşgul olmak insanı şaşırtır. Her şeyi hatırlamış olmamız gerekseydi bizim şuuraltımız olmazdı. Bu o kadar güzel bir mekanizma ki, şuuraltı her şeyi hatırlamamamız gerektiğini, bazı şeyleri hasıraltı etmemiz gerektiğini bize öğretiyor, anlatıyor ve biz onları derhal başka bir yere hıfzediyoruz. Zamanı gelince bunu kullanabiliriz, bizim için o bir kayıt yeridir. Varlıksal kayıtlar da vardır, yani dünyevi şartların dışındaki serbest ruh hali içindeyken de birtakım kayıtlamalarımız vardır. Bunlar da çeşitli sembollerle insanlara anlatılmıştır. İslamda buna levh-i mahfuz, Hintte akaşik kayıtlar vs. denmiştir. Burada anlatılmak istenen, hiçbir şeyin yok olmadığıdır. Her şey muntazam bir şekilde bir kayda tabi oluyor. Burada kaydedilen ne, günah mı sevap mı kaydediliyor? Hayır. Tecrübelerimiz yoluyla elde etmiş olduğumuz bir niteliği kaydediyoruz. Kainat için, hayat için bir nitelendirme, bir sıfatlandırma, bir tanım yapıyoruz, bir idraklenme ve derin bir kavrayış meydana geliyor. Ve kaydediliyor ve bunlar bizim bir yerde her zaman kullanmamız ve kendisinden yararlanmamız gereken not defterlerimiz oluyor. Bizim kendi öz malımızdır üstelik. Çok büyük bir gayretle meydana getirilmiş olan bir çalışmadır.


OBSESİF VAKALAR

Bedenin dışında bize etki eden gene biziz. Bizim kendi iznimiz olmadan, yani ruhsal enerjiyi temsil eden öz varlık olmadan o bedene herhangi bir başka varlığın müdahale etmesi mümkün değildir. Asıl sahibi odur ve onun desturu olmadan hiçbir şey yapılmaz. Denebilir ki ruhçulukta bir obsesyon olayı var. Ama bu demek değildir ki, o varlığın izni ve rızası olmadan, böyle bir epröve muhtaç olup olmadığını bilmeden bu iş olmuştur. O eprövü o varlık kendisi ister. Buna muhtaç olduğunu bilir. Bundan elde edeceği birtakım sonuçlar ve ihtiyaçlar vardır. Bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, bu tarzda bir mizansenin kendi varlığı üzerinde oynanmasına izin verir. O tecrübeyi yaşayacaktır, çünkü oradan elde edeceği birçok haller vardır. Bunları anlaması, niteliklerini kavraması, idrake kavuşması lazım. Obsesif bir olayda bir başka varlık, sizin izniniz ve rızanız ile, sizin irade beyanınızla sizin üzerinizde, kendisine ait olmayan bir organizma üzerinde birtakım tasarruflara gidiyor. Düşüncesini bozuyor. Hareketlerine hakim olarak engellemeye çalışıyor. Elini kaldırtmıyor, yolda düşürüyor, diline kekemelik getiriyor, halüsinasyonlar gördürmeye çalışıyor. İç ve dış organlarına rahatsızlık veriyor vs. Bir tasarruf hali var. Bunlar gene o varlık müsaade ettiği için olmaktadır.

Bu olaylar acaba o insana bir zulüm mü? Bir ödeşme mi oluyor, falan zamanda yanlış hareketler yaptı, bunun bedeli olmak üzere de obsesif bir durum yaşayarak bunun acısını çekecek. Hayır, kesinlikle değil. Bu şekilde o varlık kendi bedeni üzerinde bir başka etkinin nasıl olduğunun farkına varmaya başlıyor. Çünkü bizzat kendisi laboratuvar haline geliyor. -Benim üzerimde bunu dene, bakayım neler oluyor, ben bunu göreyim- diyor. Ve böylece çok büyük bilgiler elde etmeye başlıyor. Yani bir başka varlık, diğer bir varlığa nasıl tasarruf edebilir? Onun üzerinde iradeyi nasıl yavaş yavaş ortadan kaldırabilir? Heyecanlar nasıl ortadan kalkıyor, duyu akışları ne hale geliyor ve yabancılaşma nasıl oluyor, bütün bunları öğrene öğrene madde üzerinde kontrol mekanizmalarının nasıl çalıştığının farkına varmaya başlıyor. Dış görünüşte tıbba göre düşünürsek zavallı çıldırmıştır, delirmiştir. Ya manyaktır, ya psikoza girmiştir. Tıp öyle söylemekte haklıdır, çünkü başka bilgisi yok. O şekilde söyleyecektir. Doktor öyle tanımlıyor. Ama asıl ruh varlığına bunu sorarsanız hiç birimiz gibi tanımlamaz.

Bazı psişik çalışmalarda obsede eden varlıkla karşılaşılıyor. Müdahale etmek isteyince de, -Siz ne karışıyorsunuz?- diyor. Obsesyona uğrayan varlık da -Bu benim tecrübem. Ben hayatımdan memnunum- diyor, tersliyor bizi. -Nasıl istiyorsan öyle yap- diye bırakıyoruz. Daha fazla ısrar edersek hakikaten zararlı olur. O varlığın çok daha derin bir teşevvüşe girmesine sebep olunur. Nitekim 8-9 ay sonra o insanla tekrar karşılaşınca hiçbir şeyi kalmamıştı. Enteresan sonuçlara ulaşmış, ikili yaşamanın ne demek olduğunun farkına varmıştı. Şöyle diyordu: -Hem sensin, hem sen değilsin. Birisi daha var, fakat kimliğini ve niteliğini bilmediğimiz, cismi olmayan bir varlıkla biraradasın. Gece gündüz seninle beraber; sen bir cümle söylüyorsun, onun paralelinde bir başka cümle kafanda çıkıyor. Bazen seninkinin tersini söylüyor, sen onun düzünü söylüyorsun. -Yap’ diyor, -yapma’ diyor. Karar vereceksin, kararından vazgeçiriyor veya karardan vazgeçmek üzereysen sana karar verdiriyor. Bütün bunları ben yaşadım. Bu işlerin neler olduğunu gayet iyi bilirim.- Hatta kendisini biraz daha güçlendirip böyle obsesif tedavilere girmek istiyordu. -Onların üslûplarını dillerini öğrendim- diyordu.

İnsandan insana, varlıktan varlığa, ruhtan ruha aktarılan etkiler vardır. En büyük etki, kendi planlarımızdan bize sürekli gelen etkilerdir. Hiçbir ruh varlığı yoktan var edilmemiş, elbette ki onların bir dünyevi anası babası, bir de gerçek bir planı, mensup olduğu yüce bir ruhsal ailesi vardır. O ailenin kozmik yapı içerisinde bir vazifesi vardır, bir işlevi vardır. O aile idare planlarının hizmetinde olan birimlerdir, hücrelerdir. Demek ki hepimiz kendi ana hücremize, dolayısıyla ailemize, dolayısıyla planımıza, plan da en yüksek idare sistemine sebep netice bağları içerisinde büyük zincir halkaları halinde yukarıya kadar bağlıdır.

www.irad.org