nills Discussion started by nills 14 years ago


Prag. İki yanı ağaçlarla çevrili dar sokaklarıyla o camdan kent. Havanın yumuşacık ve pek narin estiği kent.MÜGE İPLİKÇİ (Arşivi)

BiLMEMEK

Milan Kundera, çeviren: Aysel Bora, Can Yayınları, 2001, 133 sayfa, 3 milyon 400 bin lira.

Prag. İki yanı ağaçlarla çevrili dar sokaklarıyla o camdan kent. Havanın yumuşacık ve pek narin estiği kent. Öyle bir kent ki o cam kırıkları üzerinde çıplak ayakla yürüyebilirsiniz. Sakin semtlerden oluşmuş geniş, gepgeniş yeşil mi yeşil bir kıvrım. Onun, yani tüm göçmen ruhuyla Irena'nın -ya da göçmen yaşamış bütün ruhların bağlı olduğu bir kent burası. Hayali bir kent. Bir atın üstündeki tavuskuşu. Adına Prag diyelim. Irena'nın Prag'ı. Merkezdeki görkemli Prag değil bu, geçmişi bugüne alelade bir hararet, kaba bir merakla taşımaya hevesli Prag'dan söz etmiyoruz. Şu imparator Rudolf'un (ressamların ve simyacıların koruyucusu olan), Mozart'ın (metresi buralıymış) ve dahası Franz Kafka'nın (seyahat acentalarının broşürlerinde bol keseden kullandıkları ve turistik tişörtlerde tüm endamıyla boy gösteren o yazıyla birlikte: Dikkat Kafka is born in Prag, ona göre ha!) kemiklerinin üzerinde greyder renginde yükselen on - on beş katlı olağan binaların Prag'ı değil bahsettiğimiz.

Irena'nın Prag'ı geçen yüzyılın sonunda doğdu. Başka bir deyişle Çek küçük burjuvazisinin Prag'ı o. Çocukluğu. Onun iniş çıkışlı yollarında (çocukluğunun mu, yoksa Prag'ın mı, ne önemi var, bellek her nasılsa istediğini hatırlar) kayak yaptığı, çocukluğunun mamure Prag'ı. Irena, anıların darası var mıdır, diye düşünmeye başlar o zaman. Şimdi'nin içine ne kadarı sığar anıların? Tortular öznel olduğuna göre, anıları esas kılan ne? Belleğin kapasitesinden vazgeçer bir dem; biri öteki hakkında ama en çok kendisini hatırlatan zaman ve mekânlardan bir Prag'ı hatırlar, bir de Paris'i o zaman. İşte tam o 'zaman' Prag'ın bu halini, yüreğine, dimağına bastırdığı bu halini kendi İthaka'sı diye adlandırır.

Bu duygunun dili yok

Düşler düşleri kovalar. Çocukluğunun sesleri arasında yürür. Paris ilk kez bir düşman gibi belirir karşısında. Zaman ve mekân: 1969 yılında terketmek durumunda kaldığı Prag'dır. Zaman ve mekân: 1969 yılında hasta bir koca, yanında küçük bir kız çocuğu, karnında bir bebek sığındığı Paris'tir. Zaman, geniş caddelerin o soğuk geometrisiyle hatırladığı Paris'tir şimdi. Champs - Elysées'nin kibridir, eşitliği temsil eden soğuk ve uzak heykellerin suratlarında gördüğü manasızlıktır. Şimdi, belleğinin ona hatırlattığı çocukluğunun Prag'ının mutluluğunu, şenlikli fotoğrafını bir daha hiçbir sefer Paris'te yaşayamamış olduğudur. Tüm göçmenliği boyunca kalbinin çizdiği bir çerçeve içersinde, uzak bir yerlerde, hep unutarak hatırlayacağı esinin kristalleşmiş resmidir o, esansıdır. Yersizyurdsuzluğunun miğferinin siperinden o çerçeveyi şöyle görür: Vadiler, vadiler... Vadiler vadileri kovalar, bahçeli küçük evler diğerlerini. Evet, bu resmi hatırlamaksızın, sadece o resme ve uzak tınısına bakarak, Paris'te kendini çok daha mutlu, özgür, kentli ve dünyalı hissetmiştir. Yirmi yıl bu unutuşun ve uzaktan seyredişin kanıtıdır. Yirmi yıl yeni bir kimlik, yeni bir dil, yeni bir sayfa demektir. Ama kalp bağı hep bu unutularak hatırlanan Prag için dile gelmiştir, bu seyrelmiş görüntü için. Prag'ı ne kadar çok sevmiştir, oradan ayrılmak, ayrı düşmenin ta kendisi olmuştur. Bu yaşadığı, zamanla tecrübe ettiği duygunun dili yoktur. Çekçe değildir. Kişiliksiz, bir mırıltıdan, sesli bir dekordan başka bir anlama gelmeyen Çekçeden farklı bir dildir bu.

Bugünkü Prag'ı çevreleyen İngilizce de değildir bu duygu: Skateboarding, snowboarding, cars for hire, falan... Fransa günlüğünü oluşturan Fransızca da değildir: Je m'ennuie de toi (Seni özlüyorum, seni delicesine özlüyorum, ah hem de nasıl!). Saf bir genç kadın olarak ayrıldığı, şimdi arkasında bir hayata, gururlanarak sahip olduğu bir hayata sahip kırklarında güzel bir kadın olarak döndüğü Prag'da, bu kente duyduğu özlemin dili, hayır, bilebildiği, duyabildiği, konuşabildiği hiçbir dile ait değildir.

Birbirlerini dinlemeyen kadınlar

Biranın yerine Bordeaux şarabı, unutuşun, unutmak isteyişin bir rengi olabilirdi Irena için. Sakin sakin, ağır ağır içilen hayat... Böyle bir şeyler. Taşralılıktan kaçış, şıklıktan uzak o hayattan kopuş, bir köy öğretmenine yaraşır özelliklerden kurtuluş...

Prag'da kalsaydı kendisini bulacak o kaderi sevmez Irena. O haliyle hiç de antipatik olmayan o kadını ve o kadının çağrıştırdığı kaderi yaşamayacaktır Irena. Görüntüsü itici olmasa da o acınası kadının kaderini üstlenmeyecektir... Sadece insanda durduk yere ağlama hissi uyandıracak o kaderi, o kaderin acınacak bir kırılganlıkla buluştuğu o zavallılığı, güçsüzlüğü, uysallığı tercih etmeyecektir... Kadınların hep bir ağızdan konuştukları sohbetlere daldıkları ortamlardaki Irena olmak... Sorular soran, sonra o soruların cevaplarıyla ilgilenmeyen, hep birden açılan ağızlarda tuhaf sözcükler geveleyen kadınlardan biri olmak. Hiç durmadan kahkahalarla gülen ağızlar. Birbirlerini dinlemeyen kadınlar. Birbirlerini dinlemedikleri halde birbirlerinin söylediklerine gülebilen kadınlar.

Bohemya'da bira içilirdi, kafaya dikip içilirdi biralar. Bir dikişte. Oysa Irena Fransa'da içkisini küçük yudumlarla içip hayatın tadını çıkarmayı öğrenmişti. Buna rağmen Prag'a dönmüştü. O Büyük Dönüş'ü gerçekleştirerek. Ve Fransız dostu Sylvie'yi, ona artık evine dönmelisin diyen Fransız dostunu şöyle hatırlayacaktı:

"Biliyor musun Sylvie, bugün anladım. Yeniden onlarla birlikte yaşayabilirim ama, seninle, sizinle, Fransızlarla bütün yaşadıklarımı törenle vatan sunağının üzerine yığıp ateşe vermem koşuluyla. Yurtdışında geçirdiğim yirmi yıllık hayatım, kutsal bir törenle dumana dönüşecek. Ve kadınlar, havaya kaldırdıkları bira kupalarıyla ateşin etrafında benimle birlikte dans edip şarkılar söyleyecekler. Bağışlanmamızın bedeli bu. Kabul görmemin. Onlardan biri olmamın..."

Onlardan biri olması zamanın sıkışması, daralması ve yaşamının her nerede başlamışsa orada bitmesi anlamına geliyordu. Geçmişle şimdiki zamanın benzerliğinin çekiciliğine bırakmak istiyordu kendini, ancak bu büyük bir lükstü. Geride bırakılan hayatın -her nerede olunursa olunsun karanlıktan çıkıp gelmek, şikayet etmek, insanı suçlu bulmak gibi huyları varken büyük bir lükstü bu, büyük bir lüks!

İnsan ömrünün kısalığı düşünüldüğünde Gustaf, Josef, Irena, Irena'nın annesi aslında nereye aitti? Hayatlar, duygular peki ya aşk nereye aitti bu dörtlü arasında? Tanımı huzur - aşk, unutuş - aşk, firar - aşk, aldırmazlık - aşk, anlamsızlık - aşk diyarlarına taşınabilecek olsa da aşk nereye, kime ve hangi zamana aitti -tüm diğer yer, zaman ve duygulardan bağımsız ve onlara mahkum? 1948 yılında ithal komünist devrim sırasında nereye aitti aşk, 1968'de işgal sırasında kime, 1969 sonbaharındaki neydi, 1989 sonbaharı kime neyi getirdi? Tarihlerin analizi kişileri anlamaya yeter mi? Ya göç sebeplerini? Belleğin unutma gerekçelerini? Peki ya diğer coğrafyalar? Unutuşlar? Yeniden hatırlayışlar? Sonra bir kez daha unutuşlar. Hayatlarımızın kaleydeskop görüntüler olması uğruna göçmeye devam edecek miyiz -en çok da ruhlarımızla?

'Bilmemek' bu mu olacak yoksa; yersizyurdsuzluğumuz böyle yani, meçhullük ve konuştuğumuz dil İthakaca?

Ne dersin Irena, ne dersin Josef, nam - ı diğer Kundera?