burak Discussion started by burak 14 years ago

Böyle bir durum daha fazla açıklanamaz, anlatılamaz; fazlasından sözetmek de zaten yararsız, hattâ sakıncalı ve/veya zararlıdır. Nedeni ise gerçekte ne olduğunu bilemeyen ya da deneyimlememiş olanlar tarafından sözünün edilmiş olma olasılığının oldukça yüksek olması bir yana; gerçek anlamda yogada esasında böylesine koşullandırılmış, tanımlanmış, kodlanmış, herkes için önceden ayrıntılarıyla belirlenmiş standart hedeflerin olmamasıdır. Olmaması da gerekir, aksi halde üniformite ya da konformite oluşur; hattâ hiç arzu edilmediği halde dogmatizme, sıradanlığa, ısmarlamacılığa kayılmış olur; öylesi bir basmakalıplık ve koşullu beklenti duygusu aksine o zaman nihai aşamanın önünde engel oluşturur. Yani sonucun herkes için önceden apaçık bir biçimde belirlenmiş gibi olması, veya öngörülmesi, dolayısıyla yolda yürüyenlerin de önceden böylesi bir hedefe koşullandırılmaları yoga değildir, olamaz.

İlk dört aşama nispeten kolaydır. Ama bu dört basamağın sırasıyla her biri mükemmellikle geçilmediği sürece doğru ilerleme olasılığı yoktur. Tıpkı zayıf temelin üzerine sağlam yapı inşa edilmesinin mümkün olmaması gibidir. Esasında yoganın her basamağında insan biraz daha tekâmül etmektedir. Beşinci basamaktan itibaren rehberin, ustanın rolü ve önemi daha da artar. Ama artık herkese göre, herkes için nispî farklılıkların olduğu, olacağı ve olması gereken bir aşamaya gelinmiş olduğundan, bundan sonrası büyük ölçüde başlangıçtaki temelin sağlamlığına, o zamana kadarki bilgi ve deneyimlerin doğru algılanıp doğru özümlenmiş olmasına; tevazu ve sebatla yolda yürüme inanç ve kararlılığına bağlı olacaktır. Bu aşamadaki en önemli tehlike ‘acelecilik’tir.

Yoga elbette ki herşeyden önce bir “içsel yolculuk”tur ve yogacılar olarak bu yolculukta kendimize hiçbir zaman statik bir hedef belirlemeyiz. Yani önemli olan yolda durmaksızın yürüyebilmektir. ‘Tarihsel Buda’ olarak da bilinen Siddhartha Gautama dört tür keşiş tanımlar: “Yolu kazanan, Yolu gösteren, Yolda yaşayan ve Yolda yürüyen.” Yolda yürüyenin edinimleri ve yansımaları dışsal dünyada da farkedilecektir; kimler tarafından derseniz, elbette ki yola çıkanlar ve bakmasını bilenler tarafından...

Bir yogacı aslâ tutucu ya da dogmatik olamaz. Hoşgörülü, nazik ve sevecendir; özgürlükçü, merhametli, cesaretli ve yaratıcıdır; sezgisi gelişmiştir; kısacası farkındalıkla yaşayan, sağduyulu ve sevgi dolu bir insandır. Öyle ki ona, örneğin toplumsal düzen ve kişi hakları konusunda hiçbir şeyin hatırlatılması gerekmez; çünkü o zaten gereğini yapacaktır ve yapmaktadır. Bunun nedeni, zaman içinde önce meditatif bir zihne, daha sonra ise meditasyon bilincine erişmiş olmasıdır.

Artık biliyoruz ki zihnin kendisinde bir yanlışlık yoktur, yanlışlık oraya depolananlardadır. O halde zihin aşılıp merkeze ulaşıldığında zihnin kargaşası da yokolacaktır. Bir başka deyişle, zihnin derinlerine inildiğinde zihin kaybolacaktır. Bu nedenledir ki meditasyona (dhyâna’ya) “zihinsizlik hâli” denilmektedir. Zihinsizlik, doğal olarak aynı zamanda da “egosuzluk” demektir. Ve işte ancak o zaman samadhi’ye ulaşılabilir. Burada bir hususu, doğru anlaşılması için biraz açmak gerekir: Zihinsizlik, zihne karşı olmak ya da ona karşı bir çaba sarfetmek demek değildir; zihnin ötesine geçmek demektir. Yoksa zihin gereklidir; bilgileri biriktiren, bilinir ve anlaşılır hâle getiren ve bilinenleri tasarlayan, onları akıl ve zekâ ile birlikte işleyen, onlardan yeni sonuçlar çıkarıp yeni verilere ulaşılmasını sağlayan düşünme ve akıl yürütme aracıdır.

Özetlersek yoga, merkeze doğru ilerlemek, orada kök salmak, yerleşmek ve orada yoğunlaşmaktır.

Yoga ile bir bakıma önce özgün ve saf zihninize döner; kaynağa dönerken de zihnin efendisi olursunuz. Böylelikle derinlerde saklı olan artık açığa çıkabilecektir. Tanrısallık buradan başlar...

Yûnus Usta’mız ne diyordu: “İlim ilim bilmekdir,

İlim kendin bilmekdir.

Sen kendini bilmezsen,

Ya nice okumakdır.”

Ancak, yirmibeş asır önce söylenip Tripitaka’ya yazıldığı gibi, “Bilinçli yaşamak kolay değildir; sürekli dikkatli olmayı gerektirir...“Gelişiminizi sürdürmeniz gerek; en derin sular bile hareketsizlikten bozulur.”

O nedenledir ki dostlar, gerçekte yaşayanlar sadece “farkında” olanlardır, onlar aslâ durmazlar; farkında olmayanlarsa ya bilinçsizce ölüme doğru gidiyordur, ya da çoktan ölmüşlerdir


Çocukluğumuzdan beri bizlere zihnimizin özgür olması yerine, aksine hep bağımlı olması öğretilmiş, ne kadar bağımlıysak o kadar “imanlı” kabul edilerek övülmüş ve bu durumun dînen fazilet olduğu beşikten mezara kadar telkin edilmiştir. Manevî gelişimimizin sorumluluğu zaten binlerce veya yüzlerce yıl önce ölmüş olan din koyucuları ve din uluları ile onların vekilleri olan bugünkü dinadamlarına ihale edilmiş durumdadır. Bu kolaycılıkla bir yandan dogmaların ve kutsal-değişmez bir takım kabullerin batağında yaşarken, öte yandan da aslında zihinlerimizin karartılmasına gönüllü olarak ve peşinen rıza göstermiş olmuyor muyuz?

Ne yapalım ki bizlere anne-babalarımızın iyi niyetli telkinleri bu yöndeydi, onların büyüklerininki de onlara böyleydi... Bu zincirde yer alan kimse o basmakalıplıkların, tekdüzeliklerin doğruluğundan kuşkulanmadı; esasen kuşkulanamazdı da, çünkü septiklik (şüphecilik) dahi sapkınlık sayılıyordu; bilinçlilik adetâ büyük bir günah, bilinçsizlikse iyi mü’minlik sayılıyordu. İster müslüman, ister hristiyan, hindu, ya da musevi olalım bizler hepimiz sürekli olarak basit bakkal hesabına benzeyen sevap-günah muhasebesine alıştırıldık ve birbirimize yabancılaştırıldık, hattâ dinler sayesinde dışlandık, dahası düşman edildik. Bu arada kendi içimizde de, özünde yine çıkar hesabı olan kırk geceden, ya da bin aydan hayırlı ibadetlerin tuzağına düşürüldük. Bunlar yetmedi, her dinin mezhepleri, derken tarikatleri başımıza üşüştü; yine çatıştık...

Bitmek bilmeyen kulluk teranelerinin sonunda doğru dürüst tanımlanamayan ısmarlama cennet hayalleriyle avutulduk, her avutulmada insanlık onurundan birşeyler yitirdik. Dünyada erişilmez, ya da yasak ve günah olan şeylerin cennette serbest olacağı vaadiyle kandırıldık, hep aldatıldık. Burada neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendi başımıza bulmaya çalışmak dahi yasaklandı bizlere, irademiz yok sayıldı.

Derken başkaldırdık...

Evet dostlar, kendimizi kandırmayalım, yoga gerçekte bir başkaldırıdır; gerçeği kendi başımıza arayıştır... Bizlere dayatılmış olanların bize yetmemesine isyandır, zincirlerimizin kırılmasıdır; kimilerimiz içinse en azından içine sıkıştırıldığımız kabuğun çatlatılmasıdır. Kendini bilme ve tanıma arzumuzun boygöstermesidir. Kaderciliğin yokedilmesine yönelik irademizin açığa çıkmasıdır. Yaşama sorumluluğumuzun kimseye bırakılmadan, tamamen kendimiz tarafından üstlenilmesidir. Büyümenin de, gelişmenin de, mutluluğun da, özgürlük ve farkındalığın da yolu budur. Bunlar başarılabilirse işte size “insan”...

Hep “sevgiyle kalın” deriz. Bu aynı zamanda duamızdır. Sevgiyle kalabilmeyi yoganın o uçsuz bucaksız evreninde başarabilirsiniz.

 

alıntıdır.

Replies
derya88
derya88 Yaşama sorumluluğumuzun kimseye bırakılmadan, tamamen kendimiz tarafından üstlenilmesidir......evet bencede teşekkürlerrharika bilgilerrr 14 years ago
loader
loader
Attachment